26 Ağustos 2010 Perşembe

Frankenstein (1931)



Son dönemde siyah-beyaz filmlere ilgi duymaya başladım. Aslında ilgi demek doğru mu tam olarak bilmiyorum, meraktan izlemeye başladım. İlk olarak The Gold Rush’ı seyrettim. Ardından da bu filmi.
Dünyanın ilk korku filmlerinden biri olarak kabul edilen bir filmden bahsediyoruz. Öyle bir film ki, daha önce bu türde çok az film çekildiği için olsa gerek filme başlamadan önce ufak bir uyarı sizi karşılıyor; “Aman korkabilirsiniz, dikkat edin… Ben şimdiden söylemiş olayım” tarzında bir şey bu.

Frankenstein ismi genellikle filmde ve kitapta olayın odak noktası olan canavarın ismi sanılıyor fakat öyle değil. Dr. Henry Frankenstein’ın hikayesi anlatılıyor aslında bu filmde.

Dr. Henry Frankenstein varoluşun sırrını çözmek adına bir takım deneyler ve çalışmalar yapmaktadır. Bu bağlamda ilk olarak Tanrı ve onun varlıklara verdiği can üzerine yoğunlaşmaya başlar. Ardından kendi elleriyle yaptığı bir yaratığa, can vermesi ile olaylar başlamış olur. Kendi elleriyle yaptığı derken, gerçek anlamda öyle. Mezarlardan çaldığı cesetleri birleştirerek kendi elleriyle yeni bir vücut yaratıyor doktorumuz. Geçmişte çalışmakta olduğu Üniversite’den de bir beyin çaldırıyor asistanına ve o beyni de bu vücuda monte ediyor. Olayları sarpa sardıran şey ise tam olarak burada ortaya çıkıyor. Üniversitede iki farklı beyin örneği var, biri normal bir insana ait, diğer ise bir suçluya ait. Gayet sıradan ve vasıfsız olan asistanımız, normal beyni alıyor ilk önce ama onu yere düşürüyor ve vazosu kırılıyor; bunun üzerine normal olmayan beyni alıp gitmek zorunda kalıyor. Tabii bu durumdan haberi yok Dr. Henry Frankenstein’in.






Tam olarak nasıl bir teknik ile o yaratığa can verdiği filmde verilmemiş. Yıldırımla ve elektrikle alakalı bir şeyler yapılıyor fakat ne olduğu anlaşılmıyor. Veya ben anlayamadım… Canavar ilk başlarda sakin ve uslu bir görüntü çizmiş olsa da, doktorun asistanı tarafından kendisine ateş ile işgence edilmesi sonucu agresif ve yabani bir canavara dönüşüveriyor hatta o asistanı da bir güzel öldürüyor.

Dr. Henry Frankenstein, bu yaratıktan oldukça umutlu olmasına karşın gittikçe bu ümidini yitiriyor ve en sonunda da onu terkediyor. Aslında terketme olayının sebebi, doktorumuzun evlenecek olması. Evlilik için çalışmalarını sürdürdüğü kuleden, evine geri dönüyor. Dönmeden önce de canavara zehir veriyorlar, eski hocası tam adını hatırlayamadığım bir zat ile birlikte.




Fakat bu zehir işe yaramıyor. Ardından tekrar canlanan canavar, köyden indim şehire stayla; iniyor kuleden kasabaya… İner inmez de bir çocuğun ölümüne neden oluyor. Ardından yaratıcısı Dr. Henry Frankenstein’in evine bir baskın düzenliyor fakat orada ölümlük bir vukuatı olmuyor. Bu olayların üzerine kasaba halkı ayaklanıyor ve canavarı aramaya başlıyorlar.

Arama takımının içinde Dr. Henry Frankenstein da var. Canavar onu yakalıyor ve yaratıldığı yer olan kuleye götürüyor. Kulede kendine gelen doktor, ufak çaplı bir dövüş yaşıyor canavarla  fakat canavar güçlü haliyle ve kaybediyor doktor. Kaybetmesi aslında onun kurtuluşu oluyor; çünkü canavar onu kuleden aşağıya atıyor.  Doktor sağ kurtuluyor bu düşüşten ve hemen kasaba halkı tarafından götürülüyor evine. Akabinde kule yakılıyor, canavar da içinde yanıyor ve film bitiyor.



Aslında kısa bir film olmuş bana göre. Giriş, gelişme ve sonuç; yok. Giriş ve sonuç var sanki sadece. Onun haricinde pek korku dolu anlar da yaşatmıyor. Filmin açılış sahnesi mezarlıkta geçiyor, siyah-beyaz olmasının da etkisiyle hafif bir tırsaklık oluyor fakat filmin olağan hali olduğu anlaşılınca da, artık bu duruma alışmış oluyorsunuz. Türünün ilk örneklerinden olduğu için olsa gerek çekildiği dönemde insanları ürkütmüş olabileceğini düşünüyorum. Ama bize pek etki etmiyor.

15 Ağustos 2010 Pazar

Natalie Portman


Blogta karı kız muhabbeti yapmak gibi bir huyum yoktur aslında ama bu hatun cidden hakediyor burada yer almayı (Evet, muhtemelen onun için de büyük bir şereftir).

V For Vendetta’daki hallerini pek fazla tutmuş olmasa da Star Wars’taki hallerine aşık oldum bu karının. Taş resmen ya… Aslında bu yazının başlığını Natalie Portman değil de Padme Amidala yapmam gerekirdi belki de. Neyse sorun değil, her ikisi de aynı kapıya çıkıyor nasıl olsa. Bu kadar…

Bu arada bizim Enes, bu hatunun kısa saçlı hallerine ölüyor. Öyle de güzel aslında…

10 Ağustos 2010 Salı

Sigara Paketlerinde Tanıdık Bir Yüz

Sonunda ünlü oldum arkadaşlar. Bir adet üstsüz fotoğrafım an itibariyle sigara paketlerinin üzerinde yer almakta. Bir nevi manken oldum diyebiliriz artık sanırım. Devamı gelir umarım.



Fotoğrafın altında yazan uyarıyı dikkate almayın, o tamamiyle temsili bir yazıdır; cinsel iktidarsızlık nedir bilmiyorum. Taş gibiyim.

Motosiklet Kazası Yapmak Vol. 1

Tam bir ay oldu. Evet, bugün tam bir ay. Çabuk toparladım cidden kendimi. Çok kötüydü. Hayatımda daha önce ölüme hiç bu kadar yaklaşmamıştım, hatta yakınından bile geçmemiştim desem yanlış olmaz. İlerleyen zamanlarda, kötü de olsa bu olayı detaylarıyla hatırlamak adına bugün uzun zamandır planladığım bu yazıyı ve hatta belki de yazı dizisini yazmaya başlıyorum. Anlatacağım sadece neler olduğunu.

Arkadaşlarla uzun zaman sonra dışarıya çıkmıştım. Bara gidecektik. Çıktık dışarı, 35′lik bir vodka aldık 4 kişi içtik. Sonra bir bara girdik. Beğenmedik çıktık. “Kalkan Barlarını görün siz, bu saatlerde bar tezgahının üstünde kızlar dans ediyordur” dedim. Keşke bunu hiç söylemeseydim. O an itibariyle Kalkan’a gitme fikri ortaya atıldı. Ben gitmeye gönüllü değildim pek, zaten tavırlarımdan da anlamıştı ortamda bulunan bir şahıs. “Yol kesiktir Kalkan’da” dedim. Yalan söyledim aslında, daha önce sadece 1 kez görmüştü orada yolun kesik olduğunu. “Sende ehliyet var, önden gidersin; varsa polis döneriz” dediler. Tamam demek mecburiyetinde kaldım. Çıktık yola 2 motor. Diğer arkadaş, benzinim az dedi. Petrole gittik, kapalıydı petroller. Depodaki benzine güvenip, çıktık yola. 30 km yolumuz vardı.

İkamet ettiğim ilçenin, kendisinden daha küçük olan Kalkan beldesine gidiyorduk. Gece saat 1:30 civarı vardık oraya. Bara gittik. Eğlenmeye. Dans etmeye. Eğlendik. Dans ettik. İçtik. Sarhoş olduğumuzu düşünmüyorum ama güzeldi kafalar; çakır keyifti. Saat 3:40 sularında bardan çıktık ve eve döneceğiz.

Atladık motorlara dönüyoruz. Kaş’a yaklaşık 6 km kalmıştı. Yol üzerinde bir köy var, diğer motorlu arkadaş o yoldan girelim dedi. Nedense artık… Tamam dedim. Yokuş aşağı giderken, sola doğru 5 metre genişliğinde bir yol var; oradan giriyoruz o bahsettiğim yere. O yol, yokuş aşağı iniyor olmamızın aksine, biraz dik bir yol. Neyse. Alkolün de gazıyla, abandım gaza ben. 60-70 km civarı bir hızımız olması lazım. Sinyali verdim, giriyorum. Hızlıyız. Ne olduğunu anlamadım, pat küt bir şeyler oldu. Cidden kaza anını hiç hatırlamıyorum. Taş sesleri geldi, motorun bir yere çarptığını hissettim. Ve zaten sonra yerdeydim.

Ağzımda kan vardı. İlk farkettiğim şey o oldu zaten. 3-4 kez tükürdüm yattığım yerde yana doğru. Bu sırada bizim arkadaşlar beni kaldırmaya falan çabalıyorlardı. Ambulans çağıralım diyordu bir tanesi. Ben pek bir şeyimin olmadığını düşünüyodum, kazanın sıcaklığı ile. Dedim diğer motorlu arkadaşa, “beni sen götür”; onlar da ne yapacaklarını pek bilmiyorlardı zaten ve “itfaiye çağıralım” diyen bile oldu. Neyse bindik motora. Yüzüm kanlar içinde, arada bir gözümü açıyorum ama gücüm yok açık tutmaya. Kafamdan aşırı derece fazla kan geldiğini gören arkadaşım, motoru sürerken üzerindeki gömleği çıkarttı kafama doladı. 5 km kadar motorla gittikten sonra hastaneye vardık.

Ben hala pek bir şeyimin olmadığını düşünüyordum. Ta ki acil servisteki sedyeye yatana kadar. Gözümü açmıyordum. Tamamiyle bıraktım kendimi, artık ne yapacaklarsa yapsınlar diye. Zaten başka ne yapabilirdim ki. Üzerimde ışık tutan bir alet vardı yüzüme, Metallica – One’ın klibinde gibi hissettim kendimi niyeyse. Neyse, çok geçmeden doktorlar harekete geçti. Gerçi bir doktor vardı bir hemşire vardı.

Diyaloglarını dinlemek acayip keyifliydi. “Off çok kötü burası”, “buraya da dikiş lazım”, “kafa çok kötü” falan gibi şeyler söylüyolardı. İki yandan dikmeye başladılar. Öyle bir şey ki, iğneyi basıyorlar, dikiyolar. İğneleri hissediyorum sadece. Gözlerim zaten açık değil. Arada bir açtığımda da iğne veya dikiş görüyordum doktorun elinde.

Saçlarımı kesmemeleri için yalvardım. Ama dinlemediler. Kestiler. Şu an baktığımda aslında pek de fazla kesmesine gerek olmadığına karar verdim, biraz fazlaca kesmiş hemşire. Neyse. Dikişleri atarken konuşuyolardı yine. Doktor, hemşireye “aferin kızım güzel diktin” falan diyodu sürekli. Cidden de iyi dikmiş şu an bakıyorum da. Sadece burnuma attığı dikişte bir düzensizlik olmuş, onun hariciden başarılı dikişler.

Dikişleri bitirdikten sonra t-shirtümü kaldırdıklarında karnımda da kocaman bir yarık gördüler. Oraya da bastılar iğneyi ve diktiler. Dikişler nihayet tamamlanmıştı. Tek bir dikiş izi olmayan yüzüme 8, kafama 6, sağ koluma 5, karnıma 4 dikiş atıldı. Bu dikişlerin sayısını dikişler alınırken saydım, hastaneden çıkarken hemşireye sorduğumda saymadığını söylemişti. En son dikişler karnıma atılmıştı. Onların hemen akabinde, tetenoz aşısı yaptı yine karnımı hemşire. O biraz acıttı.

Kafama atılan dikişler acayip hissettirdi. Zaten dağılmış bir şekilde kafam, şu an bakınca bile garip oluyorum. İyileşmiş halini görünce bile yani. Bir de açıkken nasıldı acaba falan diyorum. Gerçi belli nasıl olduğu. Hemşire bir dikiş atıyordu, ardından bastıyodu ve vıcık vıcık kanın gelip gittiğini o bölgede hissediyordum. Ardından dikişinin yetersiz olduğunu anlıyordum çünkü kan çıkıyodu hala ordan. Ve ardından bir dikiş daha atıyolardı.

Kan kaybının titremeye yol açması durumu bana hep garip gelirdi. Ama bunu canlı canlı kendim yaşayınca cidden böyle bir durumun olduğuna tatmin oldum. Bu yaz sıcağında titremek. Üşüme hissini yaşamak. Üzerime bir şey örtün diyordum, örttükten sonra kaldırın diyordum. Yaralarım acıyordu çünkü. Öyle bir şey.

Dikişler atılırken ve tedavim sürerken bir yandan da konuşuyordu doktor benimle. Sorular soruyordu. Ne oldu falan diye. Anlatıyodum ben de her şeyi. İsmimi sorduğunda ehliyetimi ve kimliğimi içinde bulunduran cüzdanımı doktora verdim. Bu sırada alkol muayenesi için Jandarma Trafik geldi. Üfledim. Sınırı aşmışım. Ehliyeti aldılar götürdüler. Kimlik kaldı.

Giriş olarak bu kadar yeter sanırım. Acil servisten çıktıktan sonra neler yaşandığını, bundan sonraki yazıda anlatacağım.

Devamı için tıklayınız.

5 Ağustos 2010 Perşembe

Faili Meçhul Kıyak


Antalya Kaş’ta, limanda 4 arkadaş gezmekteyiz. Kaş yat limanı oldukça hoştur, oturmak falan acayip güzeldir oralara. her neyse, yürüyoruz, bir fotoğraf makinesi bulduk. Kabının içinde 20 tl vardı. Fotoğraflara baktık belki sahibini tanıyoruzdur falan diye ama yok. Polise verelim dedik. Emniyete götürmemizi söylediler.

Gittik emniyete. Memur bey tutanak tutmaya başladı, makineyi bizden aldıklarına dair. Bu sırada aklımıza, faili meçhul kıyak geldi. Oradaki abiden rica ettik, hemen fikiratolyesi.com’a girip, a4 kağıda bastık kartları. Bir tanesini kesip, fotoğraf makinesi kabının içine koyduk. bu sırada tutanak tamamlandı. Biz çıkarken, makinenin sahibinin makineyi almaya geldiği bildirildi memur bey’e.

Faili meçhul kıyak olayının bir güzelliği de şahsın o kartı okurken ki yüz ifadesini görebilmek bildiğiniz gibi. Bu yüzden gittik 100 metre ilerideki banklara oturduk. Bu sırada 4 kişilik bir grup girdi emniyete. anladık onlar olduğunu. Memur bey bizi çağırdı, pencereden bakıp dönelim dedik ama ele vermişler bizi orada.

4 kişilik bir gruptular ve yarın gideceklermiş. Kartı okuyunca bir numara falan olmasını beklerken, faili meçhul kıyak yazısını okuyunca acayip şaşırmışlar ve mutlu olmuşlar. Bize bir şeyler ısmarlamayı ve biraz da muhabbet etmeyi teklif ettiler. Kırmadık, zaten öğrenci insanız para pul yok; seve seve gittik hatta.

Bara oturduk. Sohbet ettik. evli bir çifttiler. İngiltere’ye okumak amaçlı gitme durumumuz olursa veya İstanbul’a yolumuz düşerse kesinlikle onu aramamızı istedi bu gruptan bir abi. Hatta numarasını falan verdi. Acayip hoş oldu.

Bu sırada bizim eskişehir’de okuma durumları var. Bir yandan çalışıp part time, bir yandan da okuma düşüncesinde olan bir arkadaşımız da var. Bu arkadaş için de acayip bir şans oldu bu. çünkü Electro World mağazalarının türkiye genel müdüresi karşımızda duruyordu. Evet. Eskişehir’de şubeleri yokmuş ancak Teknosa ile olan bağlantılarını kullanıp, haftanın 3 günü iyi bir paraya bizleri işe alabileceğini ve her türlü kolaylığı sağlayacağını söyledi. Ardından da numarasını verdi.

Bu nasıl bir şanstır. Bu nasıl bir güzelliktir. Süper cidden.