27 Şubat 2011 Pazar

Yüksek Sadakat - Live It Up

Madem direkt gündeme oturan bir şarkı çıkmış, hem de rock türünde bir şarkı; ele almadan geçmek olmazdı. İstemsiz film blogu olmaya başlayan blog, böylece müzikle ilgili bir yazı görmüş olur.


Geçtiğimiz yıl Manga katılmıştı biliyorsunuz. Sosyal mesaj vermek derdine düşmüştü ve bence vasat bir parça ile pek güzel bir sonuç elde etmişti. Sanıyorum ki sosyal mesaj kaygısı fazlasıyla işe yaradı orada. Bu sene ise Yüksek Sadakat var. Çoğu zaman aşk üzerine olur biliyorsunuz bizim liriklerimiz. Avrupalıyı pek bir bayıyor aşk meşk işleri, o yüzden pek aşk derdine düşen olmuyor özellikle Eurovision'da. Çoluk çocuk şarkısı ile kazanılan yarışmalar bile vardı yani (bkz: Alex. Rybak). Her neyse bu bağlamda iyi bir seçim yapmış Yüksek Sadakat direkt "yaşayın ulan dilediğiniz gibi" temalı bir parça hazırlamış.

Parçanın gitarı iyi olmuş. Zaten tek bir riff var, parça komple onun üzerine kurulmuş. İntroda riffi tekrarlıyor herif ve sonra tüm enstrumanlar vokal ile birlikte giriş yapıyor şarkıya. Klasik ve olağan bir giriş. Neden bu kadar basit yapıyorlar bunu anlayamıyorum ben. Ne bileyim, ben böyle bir yarışmaya katılacak olsam olabildiğince komplike şeyler yapmaya kasarım. En azından bu kadar basit yapmam. Nirvana bile daha komplike parça yapıyor mesela; şu standartları göz önüne alırsak.

Şarkı komple belli bir rutinde devam ediyor. Sadece son anlarda bir duraksama ve iniş yaşanıyor. O kısımda klavye güzel işler yapıyor. Gerçi güzel dediğimiz olay sadece bu parça için güzel sayılabilir. Bu standartlar için yani. 10 saniyelik interlude yapmak marifet değil yani. Ortaya bir gitar solosu koysalar fena olmayacak ama niyeyse bizim Türk gruplarının genel özelliği yine burada baş göstermiş durumda; herifler bir solo koymaya üşenmişler. Cidden anlamıyorum, bu kadar zor olmamalı ortaya bir solo yedirmek.

Pek fazla söylenecek bir şey de yok aslında. Sonuçta tek bir parça ve 3 dakika sürüyor zaten. 3 dakika... Olacak iş değil, neden bu kadar kısa tutuyorlar anlamış değilim. Yangından mal kaçırır gibi. Her neyse, parçanın melodisi güzel. Kulağa baya hoş geliyor. Vokali zaten ben çok beğeniyorum. İngilizce söylemek konusunda da pek sıkıntı yok gibi. Bir çok yerde okudum, telaffuz konusunda sıkıntı var diyenler olmuş ancak bence pek sırıtmıyor.

Bu parça ilk 10'a çok rahat girer. 1. olamaz. Bir tahminde bulunayım buradan; bence 4. olacak. Hadi bakalım.

26 Şubat 2011 Cumartesi

Oyun E-Dergilerinin Doğuşu

Kabus 22 ekibinin hazırladığı kapak.
Geçmişte çok uğraştım ben bu e-dergi işleriyle. Hatta öyle bir şeydi ki, hiç kimse yokken biz vardık desem yeridir. Kalitesiz ve vasattık ama cidden sadece biz vardık.

2007-2008 yıllarında web siteleri artık eskisi kadar rağbet görmüyordu ve insanlar  genelde dergi okumayı tercih ediyordu. Şimdiki gibi video incelemeler, haberlerin önplanda olduğu siteler falan yoktu. Dergiler vardı, DVD veriyordu adamlar, poster veriyorlardı ve satıyorlardı. Net pek bir yavaş olduğu için şimdiki gibi oyun-demo-video indirme durumları da pek yoktu. O yüzden DVD'ler cidden çok önemliydi ve sırf DVD için bile dergi alınabilirdi. Dergilerin önemi buydu. Biz ise ücretsiz ve netten okunabilen bir dergi yapalım demiştik.

O dönemde hatırladığım kadarıyla başka oyun e-dergisi yoktu. Adventuresoul vardı ama sadece macera oyunlarını ele alıyordu. Kaliteli ve zaman içinde süreklilik sağlamış bir oluşumdu orası. Genel içerikli ilk oyun e-dergisi ise bizimkiydi işte.
Kapaklar hep sağlammış ama cidden.

İlk sayımızın reklamını çok fena yapmıştık. Ciddi anlamda insanlar merakla bekliyordu artık. Neler çıkacak, nasıl olacak, ne yapacaklar falan diye. Dergi çıkmadan önce yayınladığımız kapak harikaydı. O kapağı Kabus 22'nin yapımcı ekibi yapmıştı. Yasin Demirden bizzat bize ulaşarak, bize böyle bir jest yapmak istediklerini söylemişti. Çünkü ilk sayımızın kapak konusunu Kabus 22 yapmıştık. Güzeldi kapak.

Birinci sayı başarılı oldu diyebiliriz aslında. Çok okuyan oldu. En azından tekil hit iyiydi. Diğer sayılar ve bizden sonra çıkan e-dergiler ile kıyaslarsak harikaydı. Hatta iddia ediyorum, bizim ilk sayımızdan daha fazla okunan başka bir e-dergi sayısı çıkartamamıştır bence hiçbir oyun e-dergisi.

Arda Arıcan yapmıştı bunu. Bence harika
bir kapaktı.
Bizden sonra zaten piyasa karıştı. E-dergi formatı patlama yaşadı resmen. Az önce Wikipedia'da E-dergi sayfasına baktım, son zamanlarda büyük patlama yaşamıştır falan yazıyor; bana kalırsa Türkiye bunu bana borçlu =D Çok ciddiyim. Çünkü ne oyun anlamında, ne de diğer konularda hiç yoktu e-dergi. Benim hatırladığım, bir tane vardı mesela ve içeriği direkt başka sitelerle anlaşmalı olarak ayarladığı içerikti ve copy paste dışında içeriği yoktu. Hatırlayamıyorum şu an ismini ama cidden öyleydi.

Bizden sonra piyasaya çıkan oyun tabanlı e-dergileri sıralayayım: Gameturks, The Pro Gamer, Professional Gaming Türkiye, PlaystationTürk. Bu ismini verdiklerim hep bizim ilk sayımızdan sonra 2 ay içinde çıktılar ve yayın yaptılar. Tabii hiçbiri bizim kadar uzun soluklu olamadı. Biz bile bir seneyi dolduramamıştık, 2 ayda bırakıyordular genelde.

Mustafa "Bioleon" Efe'ydi bunu yapan.
O zamanlar internette kaynak da yoktu e-dergi ile ilgili. Bir pageflip olayı için onlarca insanla görüşüyorduk. En sonunda kendim flashı çözmüştüm de rahat etmiştim. Yoksa çekilecek dert değil başka insanlar. Grafik konusunda da çok sıkıntı oluyordu. Photoshop bilen ve bu iş için bizimle aynı kafada olabilecek birini bulmak çok zordu. İlk zamanlar bulmuştuk fazlasıyla ama zamanla yok oluyordu insanlar. Şu an Google'a "e-dergi nasıl yapılır?" yazınca onlarca tutorial çıkıyor. =D Bir tanesini vereyim hemen, herif bayağı uğraşmış.

İlkler her zaman çok önemli. Biz ilk olduğumuz için bu işin kaymağını aslında çok harika bir şekilde yiyebilirdik eğer devamlılığı sağlayabilseydik. 1 ayda 1200 üye yapmak kolay iş değildi o zamanlar. O forumu bile şu an ayakta tutabilseydim, Paticik.com gibi bir şey olurdu herhalde. Akabinde dergiyi sıfırdan yeni bir isimle yayınlamaya başlayıp, tüm eski database'i çöpe atmamıza rağmen 1 ayda yine 300 üye bizimle gelebilmişti o zamanlar. Şimdi 20 üye bulabilmek bile bir dert. Hele hele sadık üye bulabilmek neredeyse imkansız artık. O zamanlar bizim forumumuzun Karantina Bölümü'nde ban haberi eksik olmuyordu. O derece aktifti forum.


E-dergi işi tutmuyor. Tutacak olsaydı, bizim proje tutardı. Hem ilkti, hem "türkiye" deki oyuncuların çoğuna hitap edebilecek düzeydeydi. Sadık üyeleri vardı. Müdavimleri ve destekçileri vardı. Ama olmadı. Türkiye değil dünya bile e-dergi formatını tutturamıyor zaten. O yüzden pek de başarısız bir iş olarak görmüyorum ben  o zamanlar yaptığım şeyleri. Bence o şartlarda yapabileceğimizin en iyisini yapmıştık.
O dönemden aklımda kalan bir kaç üye ve yanımda yer alan insanı da burada anmak istiyorum. Kimler vardı, hmm... Arda Arıcan, Ahmet Raşit Bekar, Mert Köymen, Mustafa Efe, Remzi Tuntaş, Emir Süleyman Tanrıkulu, Sercan Altundaş, Meriç Kutlu... Eminim ismini unuttuğum bayağı fazlaca kişi vardır; ancak nasıl olsa bu yazıdan haberdar olmayacakları için o kadar  da sorun değil sanırım.

23 Şubat 2011 Çarşamba

İlk Mahkeme Deneyimim

Evet. Bildiğiniz veya bilmediğiniz üzere 7 ay önce yaptığım bir trafik kazası sonucu şahsıma açılan bir kamu davası vardı. Davanın duruşması bugün yapıldı ve buna değineceğim bugün.

Duruşma saat 10:05'teydi, en azından bana gelen bildiride öyle yazıyordu. 9:45'te adliyeye gittim ve beklemeye başladım. İnsanlar birbir alındılar ve davaları görüldü. Bana verilen saate gelindiğinde ismim söylenmedi. Yaklaşık 2,5 saatlik bir bekleyiş yaşadım. Çağırılmayı beklerken etrafı gözlemledim. Bayağı insan vardı. Çoğunlukla yaşlı insanlar vardı. Arada onlara kulak misafiri oluyordum ve aralarında konuştukları şeylerden yaptığım çıkarım sonucu; çoğu kendilerine şikayetçi olan bir yakın veya arsa davası sebebiyle buradaydılar. İlginçti. İçerisi çok kötü kokuyordu. Naftalin kokuyordu biraz.


Dışarıda beklerken, insanların ismini okuyan hatunun Sandra Cameron demesi ve ortaya herhangi bir insanın çıkmayışına takiben; beni Sandra Cameron sanması ve içeri almaya çalışması ilginçti. =D Sandra tipi var bende, evet.

Her neyse, 2,5 saatlik bekleyişin ardından nihayet beni çağırdılar. İçeriye girdim ve tıpkı filmlerdeki gibi sanık kafesine girdim. Kafes dediysek,  tam kafes sayılmaz, anladınız sanırım. Koltuğa oturmayıp, ayakta durdum. Zaten kısa süreceğe benziyordu. Yazıcı kadın bilgilerimi aldı, evli olup olmadığım ve çocuğum olup olmadığını sorması ilginçti. Yaşlı mı gösteriyorum ulan =D.

Hakim bayandı. Ben hiçbir şey söylemedim neredeyse. Benim söylediğim şeyler olarak yazılan şeyleri de kendi yazdırdı. Akabinde okudu kararı. 1 ay hapis dedi ilk önce. Duraksadım biraz. Sonra mahkemedeki iyi halinden ötürü 25 gün dedi. =D Sonra daha önce sabıka kaydı bulunmamasından ötürü ertelenmesine karar verildi dedi. Hafiften tırsmadım değil hani. 5 yıl içinde başka suç işleme tamam mı dedi, tamam dedim. =D

Para cezasına çevirmesini ve ertelemesini bekliyordum ben ama öyle yapmadı. Öyle yapsa daha iyiydi. 5 yıl içinde bir suç işlemezsem bu dava komple düşecek. Eğer suç işlersem direkt bu karar devreye girecek ve kafadan 25 gün yatacağım. Paraya çevirmiş olsaydı, direkt para ödeyecek olacaktım.

Daha sonra bir kağıt verdiler elime. Tüm her şeyin yazılı olduğu bir kağıttı. Mahkeme giderlerini de 5 TL olarak benden alacakları yazılıydı. Henüz ödemedim o parayı =D.

Sonuç olarak ilginç bir deneyim olmuş oldu.

22 Şubat 2011 Salı

Yarın Duruşmam Var

Evet arkadaşlar, yaklaşık bir haftadır Kaş'ta bulunma sebebim olan mahkeme vakti geldi çattı. Yarın saat 10.05'te Kaş Sulh Ceza Mahkemesi Duruşma Salonunda duruşmam var. Filmde gördüğüm bir başka olayı yine direkt kendim olarak tecrübe edineceğim böylece.

İddianame'ye göre mahkemeye sevk edilme sebebi; Türk Ceza Kanunun 179/3 ve 53. maddeleri. Delil olarak da şunları yazmışlar: İddia, şüpheli beyanı, hekim raporu, tutanak, nüfus ve adli sicil kaydı.

Detayları yazarım muhtemelen yarın. =D

19 Şubat 2011 Cumartesi

Şekerli Yoğurt Forum


Uzun süredir düşündüğüm forum projesine başladım. Forum projelerinin artık tutabilme ihtimalleri bayağı bir düştü ama ben denemek istedim yine de.

Buraya tıklayarak gelip görebilir, üye olabilir, yazabilirsiniz. Bekleriz.

17 Şubat 2011 Perşembe

Kaş'ı Seviyorum

Dün nihayet gelebildim Kaş'a. Uzun bir yolculuk sonrası oldu tabii bu yine. Uçağa saracağım bu gidişle, çünkü cidden çok can sıkıcı olmaya başladı bu yollar.

Montla bindim otobüse. Bereli, eldivenli falan. Eskişehir ve çevresi cidden çok soğuk. Yolda fazlasıyla karlı alana rastladık. Hatta bir yerde ilginçtir ki sel vardı. Evlerin çatısı, elektrik direklerinin üst kısmı gözüküyordu sadece. Her neyse, Kaş'ta 18 derece sıcaklık vardığı indiğimde. Özlemişim sıcağı, montsuz gezebilmeyi. Ellerimin üşümemesini. Tepedeki güneşin yakmasını. Ki Eskişehir'de hava güneşli olsa bile güneşin etkisi olmuyor, göstermelik bulunuyormuş gibi tepede duruyor öyle. Burada öyle değil yani. Harika.


Eskişehir'de basketbol oynamaya gidiyorduk ama buz gibi havada hiç zevkli olmuyordu. Buradaki ilk günümde hemen basketbol oynamaya gittim. Sıcak hava, şort ve t-shirt giyip üşümemenin keyfini sürdüm. Eskişehir'de şutör özelliğimi kaybettiğimi düşünmeye başlamıştım ancak sadece soğuktanmış anladığım kadarıyla, buraya dönünce yine atmaya başladım dışardan. =D

Kaş'a geldiğimde en çok hoşuma giden şey kesinlikle ses sistemi ile müzik dinleme keyfi oluyor. Flac formatında And Justice For All'u indirmiştim gelmeden önce, ilk defa Flac formatını denemek için... Güzelmiş. Laptop'ta pek belli olmuyordu fark ama ses sisteminde az biraz farketti gibi. Sanırım sağlam bir ses kartı gerekiyor daha kaliteli almak için sesi.

Bu arada Kaş'a gelme sebebim, gelecek Çarşamba mahkememin olması. Çok ilginç olacak. Merakla bekliyorum o günü.

Ekleme: Bu sabah erken uyandım. Çay demledim. Açma aldım. Bilgisayara oturdum, müzik açtım. Açmamı yedim. Çayımı içtim. Bayağı özlemişim bunu. Sokayım Eskişehir'e. Kaş gibisi yok.

15 Şubat 2011 Salı

Ben Hur

Hz. İsa'nın doğumundan 26 yıl sonra başlıyor hikaye. Ben Hur adında soylu bir yahudinin 4-5 yıllık bir süreçte başından geçenler anlatılıyor. Direkt olarak Ben Hur tabanlı bir film olmasına rağmen, son yarım saat olaya Hz. İsa'nın da dahil olması ile birlikte Hz. İsa tabanlı bir film olduğu yönünde yanılgılar olabiliyor.


Ben Hur'un başından geçenler anlatılıyor dedik. Peki neler geçiyor Ben Hur'un başından? Romalılar tarafından istila edilen ülkesinin prensi bu abimiz ve Kudüs'te yaşıyor. Roma istilasında olduğu için ülke ve şehir, başında Romalı bir vali ve komutan var. Filmin başladığı kısımda yeni bir vali ve komutan atanıyor  Kudüs'e. Komutan, Ben Hur'un çocukluk arkadaşı bir Romalı. Zaten her şeye sebep olan kişi de o.

Romalı komutan buraya düzeni sağlamak için gönderilmiş. Bu amaç için Ben Hur'u yanına çekmeye ve haklını satmaya telkin ediyor onu ancak Ben Hur kabul etmiyor tabii. Yolları ters düşüyor bu iki eski dostun ve düşman oluyorlar. Komutan tabii ki bir adım önde, yürütme yetkisi hemen hemen onda olduğu için. Kolpa bir bahane ile Ben Hur ve ailesini tutukluyor. Ben Hur'u gemilerde kürek çekmeye, ailesini ise zindana yolluyor.

3 yılını denizlerde geçiriyor Ben Hur. Kaslı, kuvvetli ve iri yarı bir herif olduğu için fazlaca dikkat çekiyor. Bir deniz savaşı sırasında Romalı bir başka komutanın hayatını kurtarıyor ve kürek çekmekten kurtuluyor. Hatta o komutan ile aralarında öyle bir bağ oluşuyor ki, oğlu yerine koyuyor Ben Hur'u komutan ve tüm servetini de ona bırakacağını vaat ediyor. Ayrıca Ben Hur'u Roma vatandaşı bile yapıyor. Haliyle Ben Hur onunla Roma'ya gelmiş oluyor.


Roma'da duracak hali yok tabii bizim herifin. İntikam almak için dönmek zorunda. Dönüyor da... Dönüyor ve eski dostuna hoş bir sürpriz yapıyor. Ailesi hala yaşıyor ancak ondan saklıyorlar çünkü onlar artık cüzzamlı birer hastadırlar ve dışlanacaklardır. Ben Hur ile eski dost Romalı arenada kozlarını paylaşıyor. Arenada birebir savaşmıyorlar tabii, at yarışı yapıyorlar. Ben Hur bu konuda usta olduğu için kazanıyor. Yarış sırasında bir kaza geçiren Romalı eski dost ise ölüyor. Evet...

Her şey bitti derken. Ben Hur ailesinin yaşadığını ve cüzzamlılar vadisinde olduğunu öğreniyor. Hemen oraya gidiyor tabii. Orada eşi Ester ile karşılaşıyor, annesi ve kardeşine yemek götürürken. Bu sırada bir taşın arkasına saklanıp, annesinin kendisin görmemesini sağlamaya çalışıyor ve dinliyor. Annesinin ağzından çıkan ilk söz "Ben Hur nasıl?" oluyor. O sırada yürekler dağlanıyor tabii, acıklı bir fon müziği ile birlikte. Yeşilçam stayla. Her neyse... Akabinde Ben Hur daha fazla dayanamıyor ve yanlarına gidiyor.

Kardeşini ve annesini aldığı gibi eve dönüyorlar. Eve dönerken sokakların çok boş olduğunu farkedip soruyorlar insanların nerede olduğunu. Bir dilenci cevap veriyor, İsa'nın mahkemesine gitmiş millet. Buradan sonrası İsa'nın çarmıha gerilişi. Ve daha sonra bitiyor zaten. İsa can verirken havanın gürlemesi ve yağmurun başlaması; bunun üzerine anne ve kardeşin şifa bulup iyileşmesi güzeldi.


Film ciddi anlamda çok iyiydi. 1959 yapımı bir film olduğunu düşündükçe insan hayretlere düşe düşe bir hal oluyor. Özellikle at yarışı sahnesi olağanüstüydü. Nasıl çekmişler, nasıl yapmışlar, akıl alır gibi değil. O sahneyi çekerken bir kişinin ölmüş olması ve o sahnenin çıkartılmamış olması bayağı etkileyici. Deniz savaşı sahnesi de harikaydı tabii. Bizim Tarkan'ın ahtapot sahnesini düşündükçe tapasım geliyor şu filme.

Kötü adam rolüyle beliren şahsın ölümü çok basit oldu. Ona şaşırdım bayağı. Ayrıca o kadar dostane giden bir ilişkinin birden 180 derece dönmesi biraz garipti. Filmin başı ve sonu özellikle çok iyiydi. Orta kısım boşluğu doldurmak için yapılmış gibiydi.

Ben Hur hüküm giydiğinde susuzluktan ölecek durumdayken İsa'nın ona su vermesi, İsa'nın ona su verdiğini gören askerin hiddetlenmesi ve İsa'yı görünce kedi gibi olması çok etkileyiciydi. Ve tabii filmin sonunda İsa çarmıha giderken, kendi çakılacağı çarmıhı taşırken yürüyemez hale gelmesi ve bitkin haldeyken Ben Hur'un ona su vermesi harikaydı. Her şeyin bir karşılığı vardır demeye getirmişler sanırım orada ve bayağı da güzel olmuş.


Aslında film tamamiyle her şeyin bir karşılığının olduğu ve herkesin yaptıklarının bedelini ödeyeceğini anlatmak üzerine kurulu olduğunu düşünebiliriz. Gemi savaşa giderken tüm kölelerin ayaklarının zincirlenmesini emreden komutanın Ben Hur'un kini zincirlememesi ve ilerleyen dakikalarda Ben Hur'un onun hayatını kurtarışı. Hoştu.

Çok beğendim. Son zamanlarda Guguk Kuşu ile birlikte beğendiğim en iyi iki filmden biri budur. Çağrı'yı izleyeceğim ilerleyen günlerde. Eskiden izlemiştim ama o zamanlar bir boktan çakmadığım için izlemiştim sadece.

Ve son olarak bu filmi bana öneren Enes'e sevgilerimi yolluyorum.

14 Şubat 2011 Pazartesi

Beşiktaş - Orlando Magic

Dün tam planladığım gibi 18:00 sularında uyandım. Kahvaltımı yaptıktan sonra hemen PC başına oturup Beşiktaş maçını izlemeye başladım.


Beşiktaş cidden kötüydü bu hafta. Hakemlerle ilgili bir sorun da yaşanmadı. Özellikle ilk yarı çok ruhsuz bir Beşiktaş izledik. İkinci yarı yine kendi kimliğine dönüp baskıyı arttırmış olsa da golü bulmak için yeterli olmadı o baskı.Ankaragücü çok şanslıydı. İlk dakika golü bulup, doksan dakika kapandılar. Tam istedikleri şey oldu. Nedendir bilinmez son üç maçtır hep rakibim "tam" istediği şey oluyor ve biz puan kaybediyoruz.

Serdar Özkan hayatının maçını oynadı. Adam yıllar yılı kendisine verilen şansları değerlendiremedi Beşiktaş'ta, sonra kendi isteği ile Galatasaray ile anlaştı ama nasıl bir kin varsa üzerinde resmen kıçını yırttı dünkü maçta. Olacak iş değil. Şu futbolu Galatasaray veya Beşiktaş'ta oynasa Arda ile eşit koşulurdu şu dönemde. Neyse...


Beşiktaş Guti olmadan oynayamıyor. Nobre bu takım için fazlalık. Hilbert sağ bek oynamalı. İsmail Köybaşı sakat olmadığı sürece ilk 11 oynamalı. Guti'nin yokluğunda onun yerinde Fernandes, geri ikilide ise Ernst ve Aurelio oynamalı. Formsuz ve yorgun Almeida dinlendirilmeliydi.

Bu maçın ardından Los Angeles Lakers - Orlando Magic maçını seyrettim. Keyifli bir maçtı. Pek takip etmiyorum aslında NBA'i, arada şifresiz verildiğini gördüğüm zaman seyrediyorum. O da haftada 2 kez falan oluyor anca. Orlando maçlarını niyeyse çok seviyorum, Hidayet'in olması büyük etken sanırım bunda. Bu arada eskiden NBA ile yanıp tutuştuğum dönemlerde Arenas'ı ilgiyle takip ederdim. Hatta NBA Live 08'de kapak olduğu zamanları dün gibi hatırlıyorum. Lakers'a attığı 60 sayı, unutulmazdı. O adamın bugünlerde bitik olduğunu görmek üzücü. Neydin sen be bir zamanlar... 0 numarayı giyme hikayeni anlatır, ne büyük adammış falan derdik. Hey gidi günler hey. Tracy McGrady ve Arenas'a çok üzülüyorum. T-Mc'de bir zamanlar kapak olmuştu NBA Live'a, sanırım 07'ydi. Kapak olanlar şanssızlık/sakatlık yaşıyor, EA'in cenabetliği.

Hidayet yardırıyor. Sen n'pıyon Kobe?

Bu yazıya aslında bugün izlediğim Ben Hur'u da ekleyecektim ama vazgeçtim. Onu tek bir yazıda ele alacağım veya hiç almayacağım. Eğer yazmazsam onunla ilgili bir şeyler, tek cümle ile özetlemek gerekirse: "Sonu etkileyiciydi".

12 Şubat 2011 Cumartesi

TBBT - Supernatural - The Shining

The Big Bang Theory'nin iki bölümü birikmiş. İzlememiştim yani 2 haftadır. Şu an takip ettiğim tüm dizileri güncel olarak takip ediyorum; birden fazla birikmiş bölüm olunca güzel oluyor. Önceden ne güzel hali hazırda bir kaç sezon oluyordu sanki hiç yakalayamacakmışım gibi ve sonu yokmuş gibi seyrediyordum. Ne kadar güzeldi. Bir bölüm izleyip, bir hafta beklemek zorunda olmak çok boktan bir şey.


Neyse, The Big Bang Theory'nin son bölümünde Leonard'ın jigolo olması hoştu. Özellikle sevişme sabahı eve gelirken Penny ile karşılaşması ve Penny'nin tepkisi görülmeye değerdi. O bölümden bir önceki bölümde Raj'ın Bernadette fantezileri harikaydı. Sürekli gizli eşcinsel portresi çizen, hatta bazen gizli olmaktan da çıkan ve direkt gay'e bağlayan Raj, sonunda heteroseksüel olduğuna ikna oldu. Bu arada kadınlarla konuşamıyordu bu, ne ara o problemi yendi anlamadım. Kaçırmışım sanırım ben bir şeyleri.

Supernatural'ın en kötü sezonu olarak lanse edilmiş ve şahsım adına da en kötü sezon olmakta olan 6. sezon; geçtiğimiz bölüm bir atağa kalkar gibi olmuştu ama 06x13 ile tekrar bu sezonun rutinine geri döndü. Vasat bir bölümdü. Sam'in hatıraları üzerine kurulu ve heyecandan uzaktı. Sadece son 2-3 saniye Sam'in kafeste kendisine yapılanları hatırlaması gelecek bölümler için merak ve heyecan yarattı diyebilirim.

Ve son olarak The Shining. Bugün izledim bunu. Gerilim filmi olarak geçiyor bilgilerinde. Ancak ilk bir saati resmen çöp. Bu kadar sıkıldığım ve bayılacak gibi olduğum çok az film vardır. Hatta gerilim filmi olarak geçen bir başka film yoktur herhalde. Son yarım saat biraz heyecan ve gerilim geliyor ama yine de aman aman bir durum yok ortada. Bu arada Jack Nicholson'a hayran kaldım yine. Sanırım ilk defa bir oyuncuya bu kadar büyük sempati besliyorum. Herif resmen yaşıyor rolünü. Özellikle merdiven sahnesi mükemmeldi. O sahneyi koyayım da tam olsun. 1:40'a dikkat özellikle.

11 Şubat 2011 Cuma

Lawrence of Arabia

Uzun zamandır izlemeyi düşündüğüm bir filmdi ve duruyordu arşivimde. 3,5 saatlik bir film olduğu için başlamak konusunda hep tereddüt ediyordum. Neyse ki bugün başlayıp bitirdim. Gerçi dün başladım, bugün bitti.


Filmin konusuna değinelim ilk önce. Birinci Dünya Savaşı'nda geçiyor film. Lawrence adındaki ingiliz bir ajanın bir kaç arap kavmini örgütleyerek Türklere karşı elde ettiği zaferler ele alınıyor. Film direkt olarak İngiliz ve Arap çephesinin tarafından anlatıldığı ve ele alındığı için Türkler zaten fazlasıyla aşağılanmış. Gerçi bir Türk olarak her şartta bu filmi izledikten sonra bir aşağılanma hissetmek normal; sonuçta ortada bize karşı elde edilmiş zaferler var.

İngiliz filmi olması sebebiyle her ne kadar Arap ve İngiliz taraflarının gözünden anlatılsa da olay bir çok araplar da fazlasıyla aşağılanmış. Hatta bana kalırsa Türklerden daha fazla aşağılanmış durumdalar. Direkt olarak satılmış bir millet olduklarını gözler önüne seren bir film olmuş. Zaten savaş direkt olarak bize karşı verildiği için bize zaten kötü bir kılıf giydirmeleri kaçınılmazdı.

Cüneyt Arkın'a benziyor biraz.

Film boyunca günümüz Türkiye bayrağı görüldü Türklere ait olan yerlerde. Araplara ait kampları Tayyare ile bombalıyoruz filmde. Osmanlı o dönemde zibilyon farklı cephede savaşırken, o ufacık kampı niye tayyare ile bombalasın ki arkadaş... Olacak iş değil. Onu geçtim, Lawrence ve köpek Araplar, bir treni havaya uçuruyorlar ve yağmalıyorlar. Bu sırada Lawrence trenin üstüne çıkıyor ve bir şeyler yapıyor kendi halinde. Ölemeyen bir Türk subayı, silahına davranıyor ve Lawrence'a ateş ediyor; sıyırıyor kurşun. Ardından Lawrence bizim subaya doğru dönüyor ve onu seyrediyor. Bizim subay 4 el daha ateş ediyor ama isabet ettiremiyor. Ulan, bizden daha iyi savaşçı millet mi var yeryüzünde? Türk subayı 6-7 metre önündeki adama 5 el ateş edip vuramıyorsa, ben bir şey demiyorum daha fazla.

Yine Lawrence efendi ve köpek Araplar, Şam'a yürürken bir Türk birliği ile karşılaşıyor. Araplar saldırıyor, Türkler kaçıyor. Nerede görülmüş böyle bir şey? Esir dahi almadan katlediyorlar Türkleri. Sorsan biz barbarız. Onu geçtim, Araplar saldırırken Allah diyor; halbuki aynı Allah'a inanıyoruz yani biz de... Olacak iş değil.

Ve tabii bir de tecavüz olayı var. Lawrence bir Türk kalesine gidiyor. Niyeyse artık... Bunları tutuklayıp bizim Paşa'nın karşısına çıkartıyorlar. Filmin başında küçücük çocuk Lawrence'ın İngiliz olduğunu anlarken, bizim Paşa anlayamıyor. Akabinde bizim abazan paşa Lawrence'a halleniyor. İlk önce dövdürüp, sonra da tecavüz ediyor. Anladığım kadarıyla... Orayı göstermiyorlar. Zaten o olaydan sonra Lawrence'ın hayata bakış açısı değişiyor ve bu işlerden elini ayağını çekmeye yelteniyor. Bir de herif ile olan iş bittikten sonra salıyor bizim paşa herifi. Türklerin gay olduğunu direkt olarak ima eden başka bir filme rastlayamayız herhalde şu dünyada. Lawrence'ın bize karşı yaptıklarını, bizim paşa ona ödetmiş =D.

Tecavüzcü Türk Komutanı ve masum Lawrence. Bu arada Türkler cidden Türk'e  benzemişler. Türk tipi var yani.

Bu arada şunu da söylemeden edemeyeceğim. Arapları direkt olarak pis, cahil ve barbar olarak gösteren film; Türkleri ise biraz olsun modern gösteriyor. Tabii barbarlık konusunda yine her zaman oldukları gibi bizi Araplar ile bir tutuyorlar ancak giyim kuşam olsun; teknoloji olsun; silah olsun... Bayağı bir teknolojik ve gelişmiş olarak göstermişler bizi. Sanırım böyle olmasının sebebi sürekli Araplar ile karşılaştırıp; Arapların kılıcı var, Türklerin ağır topları var denmesinden ötürü. Yoksa İngilizlere karşı bizim teknolojik olabilmemiz gibi bir durum zaten yok. Ama bu da bir şey yani. En azından Araplardan iyi durumdayız.

Çok fazlaca mantık hatası var. Gerçi sanırım bunlar biz hariç herkese mantıklı geliyor ki vakti zamanında 7 tane Oscar almış bu film. Olacak iş değil.


Film o kadar gereksiz uzatılmış ki, izlerken bayıla bayıla bir hal oldum. O kadar gereksiz sahneler niye çekilir hiç anlamadım. Sırf filmi uzatmak için sanki. 3,5 saatlik bir film olmasına rağmen, bir kez bile bilgilendirici sahne yok. Adamlar durduk yerde bir yere giriyorlar. Sonra çıkıyorlar başka bir yeri istila ediyorlar. Ulan niye ediyorsunuz? O sırada dünyada neler oluyor? Bu savaş neyin nesiymiş... Yok. Sadece o an olan şeyleri gösteriyor film.

Film çoğunlukla çölde çekilmiş. Okuduğum bir yazıda her farklı sahne için özel bir çalışma grubu tarafından çölün pürüzsüz hale getirildiğini okudum. İlginç cidden.

Genel olarak başarılı bir film diyebiliriz sanırım. Bizim tarafımızda olan mantık hataları sadece bizim gözümüze çarpan detaylar olarak kalacaktır. Zaten bu yüzden 7 tane Oscar aldı anladığım kadarıyla bu film. Fakat kişisel görüşüm iyi ama overrated bir film olduğu yönünde. Ve fazlasıyla gereksiz uzun.

Son olarak film ile ilgili hoş bir yorumu koymak istiyorum buraya: "İki şeyi doğru aktarmışlar: develer ve kumlar" - Lowell Thomas (Arap ayaklanması sırasında, çoğunlukla TE Lawrence'ın yanında bulunan fotoğrafçı ve yazar)

10 Şubat 2011 Perşembe

Facebook'ta Mallığın Sınırlarını Zorlamak

Bilgisayar başına oturduğum ilk andan son ana kadar Facebook hep açık oluyor. İlk girdiğin site ve çıkmadan önce son kez baktığım site Facebook yani. Haliyle bir çok insanın gönderisi ile birebir karşı karşıya kalmak durumunda kalıyorum ve tabii ilgiyle de okuyorum. Bazen o kadar saçmalayabiliyorlar ki, sınırları zorluyorlar. Evet, bugün buna değineceğim.

Aslında değinecek şey sadece tek bir olay ve uzatılacak; veya derine inilecek bir konu hiç değil. O yüzden kısa keseceğim elbette.

Takılıyorum yine Facebook'ta ve kişinin bir tanesi evde içmekte olduklarını yazmış. Altında bir hayli uzunca yorumlaşma trafiği var ve tabii ki okumaya başladım. Aynı evde bu insanlar, hatta kardeşler. Karşı karşıya içki içiyorlar ve bir yandan da telefon ile Facebook'a bağlanıp "şu an yapmakta oldukları içme eylemi" ile ilgili yorum giriyorlar. Hatta orada ufak çaplı sohbete dalıyorlar bile denilebilir.


Geçtiğimiz günlerde yine benzer bir olaya rastlamıştım. Kişinin teki, memleketine dönmekte olduğunu yazmış. Yani otobüste gidiyor. Altına yorum gelmiş bir başka kişiden "sensiz çekilmezdi bu yol". Ulan, yanyana oturuyorsunuz. Bir insan niye böyle bir yorum yapma gereği duyar ya, olacak iş değil. Sonra diğeri geliyor "evet bitanem" cart curt geyiklerine dalıyorlar.

Bir insan zaten karşısında bulunan insan ile o an yaptıkları eylem hakkında neden Facebook'ta yorumlaşma hatta sohbete dalma gereği duyar. Reklam. Akılları sıra reklam yapıyorlar. Kimisi "biz şu an içiyoruz, çok eğleniyoruz" mesajı vermenin derdinde, kimisi "ben geliyorum haberiniz olsun" demenin derdinde. İlginç cidden.

8 Şubat 2011 Salı

Çizim - Oyun - Poker - HIMYM

Çizim Kursunun saatlerine bir türlü ayak uyduramamaktan ötürü bir haftadır uzak kalmıştım kurstan. Dün ve bugün, iki gün üstüste gitmeyi başardık kursa. Perspektif günüydü dün ve perspektife giriş yaptık. Tek kaçışlı perspektif ile girdik olaya. Cidden harika bir şeymiş bu, oldukça yararlı ve işlevsel bir olay. Zaten her şey bunun üzerine kurulu sanırım, özellikle imgesel çalışmalarda.
Oyun dünyasına geri dönmeye çalıştığımı söylemiştim önceki yazılarımda. Geçen akşam tekrar bu konuyu gündeme getirdim ve Gamershot'ı neden geri döndürmüyorum ki dedim. Kebirhost'a mail attım hemen ve sitenin tüm database'i ellerindeymiş, herhangi bir domain satın aldığım an o database kurabileceklerini söylediler. Hoş.

Bugün poker oynamayı öğrendim. Texas Hold Em... Hatta atölyede bir kaç el oynadık şekerine. Eğlenceli bir şey. Yolum Las Vegas'a düşerse falan... Öğrendiğim iyi oldu.

Tüm faturalarımızı ödedik. Gelecek hafta Kaş'a dönüş yapacağız bir haftalığına. Benim mahkeme var 23 Şubat'ta. Mahkemeye çıkacağım, nasıl olacak acaba...


Bu arada How I Met Your Mother'da ilginç gelişmeler oldu. Bence Zoey anne. Çünkü geçen sezon Ted profesör olduğunda ilk dersi için yanlış bir sınıfa girmişti ve o sırada "anneniz de o sınıftaydı" demişti. Daha sonra Zoey ile tanıştıklarında yanlış hatırlamıyorsam bu konu geçmişti ve Zoey o sınıfta olduğunu ve Ted'e çok güldüklerini falan söylemişti. Bu durumda Zoey anne olacak gibi. Bakalım...

7 Şubat 2011 Pazartesi

One Flew Over the Cuckoo's Nest


Uzun zamandır film izlemiyordum. Bir ara fena sarmıştım, her gece bir film olaylarına falan girmiştim; ta ki Eskişehir'e gelene kadar. Eskişehir'deki evde, kendi evimdeki film ortamı yok. Ses sistemi yok, laptoptan falan hiç keyif vermiyor ama yapacak bir şey yok. Buna da alışmak lazım tabii.

Facebook'a yazdım ilk olarak film önerisi almak için ama çok boktan yerlere kaydı oradaki muhabbet. Sonuç olarak yine orada yazanları değil, kendi canımın istediği filmi izlemeye başladım. Gerçi orada yazanları not ettim, hatta bir tanesini indirdim.


Film 5 dalda Oscar almış olduğu için zaten kaliteli bir film. İzleyici yorumları da şahaneydi. İzlemekle iyi ettim. Nihayet The Shawshank Redemption kadar haz duyarak seyrettiğim bir film bulabildim diyebilirim.

Filmi izlerken aklıma Metallica'nın Sanitarium'u geldi. Gerçi tımarhane geçen her film ve dizi de aklıma geliyor o şarkı ama bu kez tuttu. Bu filmden esinlenerek yapmış bizimkiler şarkıyı. Zaten Metallica çok sever öyle şeyleri, One ve For Whom The Bell Tolls'da filmlerden esinlenilenerek yapılmış parçalardı.

Öte yandan ilköğretimdeyken bir gezi yapılmıştı ve tiyatroya gidilmişti. Bu filmin türkçe karşılığının Guguk Kuşu olduğunu bilmiyordum ve izlerken aklıma direkt o tiyatro geldi. Daha sonra farkettim ki o tiyatro, bu film; hepsinin tabanı bir kitapmış. Evet.

Filmde çok komik anlar vardı. Özellikle Mac, Şef'in üzerine çıkarak telleri aştığında bayağı bir güldüm; herifin üzerine çıkışı bayağı bir komikti. Onun haricinde Mac'e sürekli "şerefsiz ya" diyerekten tebessüm ettiğim çok oldu. Adam king, diyorlarya; aynen öyle demek istiyorum. Şef de az uyur sikici değilmiş hani. Herkesi nasıl da uyutmuş...

Jack Nicholson cidden harika bir herifmiş. Sürekli The Shining'i izlemeye niyetleniyorum ancak hep vazgeçiyorum özellikle sözlükteki yorumları okuduktan sonra. Fakat bu kez izleyeceğim, bu adam için izleyeceğim.

Sonu biraz kötü bitti bence. Mac kaçabilseydi sıradan olurdu gerçi ama bu şekilde bitmesi de insanda ufak bir burukluk bırakıyor. Garibim Mac'in kafasına ne yapmışlar öyle... Çok üzüldüm çok.

6 Şubat 2011 Pazar

Gary Moore


Dinlediğim bir sanatçı değil. Hatta bir arkadaşın atmış olduğu Still Got The Blues parçasını bile yeni yeni dinlemeye başlamıştım ve o parça haricinde dinlediğim bir parçası olmadı.

Gördüğüm kadarıyla bayağı sevilen biriymiş. Herkes paylaşım platformlarında Gary Moore'u anıyor ve sanki anlaşmışlar gibi hepsi Still Got The Blues'u paylaşıyor. Still Got The Blues haricinde akılda kalıcı parçalar çıkartmamış olması ilginç cidden.

Neyse, biz de analım kendisini. Huzur içinde yatsın.


Gary Moore - Empty Rooms

5 Şubat 2011 Cumartesi

Supernatural Döndü

Sanırım yaklaşık bir aydır ara vermişlerdi. Yanlış hatırlamıyorsam iki kez de çıkış tarihi verilmiş ve o tarihler de ertelenmişti. Neyse ki nihayet çıktı yeni bölüm (06x12).


En son bölümde Sam'in ruhunu geri koymuştu Death. Ne olacağı merak konusuydu tabii ama belliydi yani ne olacağı. Sonuçta Sam'in ruhu geri geldi diye ölecek hali yok, 10 dakikalık bir bekleyişin ardından ayağa kalkıverdi herif.

Ruhsuz Sam'in yaptıklarından ötürü Bobby'nin ruhu dönmüş Sam'e tavır almasına anlam veremedim. İkisinin farklı kişilikler olduğunu neden idrak edemesin ki Bobby. Ayrıca Castiel neden bu kadar angut anlamış değilim. Tamam herif Melek ama sonuçta Dean ona tembih etmiyor mu olanları anlatmayacaksın diye...

Gerçek Sam ve Dean'in tekrar birlikte çalıştığını görmek güzeldi. Dean'in kılıç ile arasında geçenler hoştu. World of Warcraft'tan bahsedilmesi, Bobby'nin Sam'e Memento diye hitap etmesi. Hoş bölümdü cidden.


Dizi geçmişte de olduğu gibi hikayede bir boşluğa düşer gibi olmuştu ancak yine yeni bir şey ortaya çıkartarak bu boşluğu bir kez daha doldurmuş oldular. Zaten dizinin olayı bu haline geldi. Geçtiğimiz sezonlarda son 4-5 bölüme kadar çerezlik ve hikayenin asıl olayı ile alakası olmayan olaylar işleniyor ve son 4-5 bölümde asıl olaya dönülüp finale bağlanılıyordu. Bu sezon iki farklı olay işlenmiş olacak böylece. 6. sezonun ruhsuz Sam ve Crowley ile uğraşılan bir sezon olmayacak olması güzel tabii.

Tüm ırkların annesi olarak ortaya çıkan yeni karakterimiz neyin peşinde şu an bilmiyoruz ama sanırım kıyamet kadar büyük çaplı bir şey olmayacak. Anne'nin, bakire bir kız ile değiş-tokuş edilerek araftan çıkartılması aklıma acaba Meryem Ana'yı mı getirdiler sorusunu getirdi ancak arafta ne işi var ki onun... Saçma. Hatun da taş gibiymiş bu arada.

4 Şubat 2011 Cuma

How Not To Live Your Life

Aklınıza hemen How I Met Your Mother gelmiştir muhtemelen, evet onu çağrıştırıyor ama alakası yok tabii ki.


İngiliz aksanını hiç sevmem. Aslında severim, şöyle severim: mesela bir amerikan dizisinde tüm amerikanların ortasında çıkan bir ingiliz aksanı gayet hoş duruyor ama herkes ingiliz aksanı ile konuşunca hiç hazetmiyorum (Supernatural, Bella Talbot <3).

Bu dizi bir ingiliz dizisi ve haliyle ingiliz aksanı var. İlk başlarda çok rahatsız etse de zamanla alışıyorsunuz. Olay ise tam olarak şu: Don Danbury adında bir herif var ve onun başından geçen şeyleri izliyoruz. Dizi sürekli belli başlı yerlerde kesiliyor ve "burada yapmamanız gereken 5 şey" falan tadında ufak şeyler sıkıştırılıyor. Gayet de komik oluyor. Özellikle Don ciddi anlamda olağanüstü komik bir karakter olmuş. Hatta gördüğüm en komik dizi karakteri desem hiç yanlış olmaz. Barney Stinson ve Sheldon Cooper yanında halt etmiş; o derece...


Don, platonik aşkı Abby ve yardımcısı Eddie.


Dizinin sürekli cinsel öğeler üzerine kurgulanmış olması diziyi iki kat izlenebilir kılıyor. Konulu erotik film tadında dizi izlemeyi kim istemez. Ayrıca umutsuz bir vaka olarak takılan Don'ın başından geçenlerin konu edilmesi harika bir şey. Hangimiz bir zamanlar umutsuz vaka olmadık ki... Öyle değil mi... O yüzden izlemek büyük keyif veriyor.

Her sezonun sadece 6 bölümden oluşuyor olması çok büyük bir kayıp. Yavaş yavaş, sindire sindire izlenilmesi gereken bir dizi. Tek günde hali hazırda 4 sezonu bitirirseniz tadı fena halde damağınızda kalacaktır.

3 Şubat 2011 Perşembe

Hayaller vs Gerçekler

Eskişehir'e gelmeden önce bir çok hayalimiz vardı. Beklentiler çok üst seviyeydi. O yüzden olsa gerek veya direkt overrated bir yer olması ile alakalı olarak; bu beklentilerin hiçbirini karşılayamadık. Bunları sıralamaya çalışacağım şimdi. Yine eğlenceli bir yazı olacağını öngörüyorum.

H: Hayal.
G: Gerçek

-H: Evimizin girişinde kocaman BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM yazar, geyik olur.
-G: Bir skim yazdığı yok.

-H: Evimizin oturma odasında disko topu olur, ışık sistemi de yaparız.
-G: Sadece tek bir ampül var.

-H: Evimizin bir odasını direkt "seks odası" yaparız, çok hatun kaldıracağızya...
-G: Evimizin bir odası bomboş duruyor. En fazla arada gitar çalmaya gidiyorum o odaya.

-H: Hiç sıkılmayız orada, gezeriz sürekli, koskaca şehir.
-G: Hiç de büyük değilmiş burası, gezecek pek de fazla yer yok.

-H: Xbox 360 ve HD Tv satın alırız.
-G: Laptoptan gamepad ile PES oynamaya talim ediyoruz.

-H: Emlak sitesi yapar köşeyi döneriz.
-G: Emlak sitesi yaptık ama şu an zarardayız.

-H: Barlara akarız.
-G: 1,5 ay oldu sadece iki kez bara gittik.

-H: Evimizin bir odasına futbol kalesi satın alıp oynarız.
-G: Alamadık onu da.

-H: Ankara, İstanbul, İzmir... Gezeriz sürekli.
-G: Siksen gezemeyiz. Olacak iş değil.

-H: Öküz gibi gitara asılacağım, çok geliştireceğim kendimi.
-G: Yerimde sayıyorum hatta daha da geriye gidiyorum ev imkansızlıkları yüzünden.

-H: Bir grup kurarım, barda çalarım.
-G: Potansiyel yok ki şehirde, ritim gitar çalıp söyleyen adamlar tutuluyor.

-H: Nota öğreneceğim.
-G: Kurslar çok pahalı.

-H: Araba kiralarız, gezeriz.
-G: Zor bir şey bu da, araba pratiğim var mı ki kiralayıp süreceğim.

-H: Soğuk bize işlemez.
-G: Götümüz donuyor.

2 Şubat 2011 Çarşamba

Notabilmeyenrockgitaristi.com

Bloguma yeni bir domain satın aldım. Blogspot üzerinden direkt olarak Google Apps sayesinde alışveriş yapılabiliyormuş, bende bunu kullanarak kredi kartı ile ödemeyi yapıp aldım domain'i. Fakat 24 saat olmasına rağmen hala domain aktif olmuş değil. Mail atmama rağmen hala cevap gelmedi. Aslında bir cevap geldi ama o cevap mail botundan geldiği için onu saymıyorum; ki orada söylenen her şeyi de yaptım zaten.

Kebirhost 10 dakikada host ve domain'i teslim ederken, Google'ın bu kadar uzun süre geçmesine rağmen işi halletmemesi bayağı sinirlerimi bozdu. Umarım sabah uyandığımda çalışmaya başlar site.


Son günlerde Haxball oynuyorum. Paticik Forum'da denk geldim bu oyuna ve fena sardı. Çok popüler o forumda. Turnuvalar falan düzenleniyor, onlara katıldım. 2vs2 olan bir turnuvaya katıldık mesela, rakibin tek oyuncusu eksik ve bizi yendik. Akabinde adamın partneri geldi ve maça başladık. Herifleri 5-4 yendik, lag testi yaptık falan dediler ama ben screenshot'ı çoktan foruma koymuş ve galibiyetimizi ilan etmiştim.

Henüz rakibimiz belli olmadı. Hala oynanacak maçlar. Rakibimizi beklemekteyiz artık.