31 Aralık 2010 Cuma

Eskişehir ve Emlak

Eskişehir'e fazlasıyla alıştık diyebilirim. Hatta öyle bir şey ki, aman aman şekilde özlediğim hiçbir şey yok Antalya ve Kaş ile ilgili. Biraz soğuğu uyuz etse de güzel şehir, hayat güzel.


Dün gece EsEsEmlak.Net'in tasarımına start verdik. Bir gece de hoş bir şeyler çıkarttık ortaya. Bugün de devam ettik geliştirmeye ve az çok oturdu gibi site artık. Muhtemelen bu gece komple bitirmiş olacağız siteyi ve yarın da reklam işleri için Eskişehir'i gezeceğiz. Sanıyorum ki bayağı sağlam para kaldıracağız bu işten. Eskişehir'in en önemli ticari sektörü hiç kuşkusuz Emlak ve bu pastadan bize de çok ufak bir pay düşecektir.

Bugün evden hiç dışarı çıkmamıştık, ta ki 3 saat öncesine kadar. Dışarı çıkıp hava alalım dedik, bir de baktık Espark'ın önünde açık hava konseri var =D. Daldık hemen tabi. Piyanist Şantör Saim, ön grup olaraktan hizmet vermekteydi. Uzaktan sesleri duyduğumuzda düğün var falan sanmıştık, sebebi buymuş. Her neyse, soğukta o adamı seyretmektense içeride vakit geçirelim dedik. Vakit geçti falan, Kıraç çıktı sahneye. Herifin gırtlak cidden fena sağlammış. İlk defa farketmiş oldum bugün. O soğukta bir kez olsun detone olmadı, takdir edilesi bir olay.

Konserin en eğlenceli anları ise havaya bırakılan ateşli balonların, havalanamayıp insanların kafasına düşme eylimi göstermesi oldu. Hatta herifin tekinin kafasına tam oturuyordu ki, sıcaklıktan olsa gerek farketti ve hemen tuttu balonu. Komikti =D.

30 Aralık 2010 Perşembe

Bloxoo'da Günün Blogu Olmak


Dün gece mail kutuma bakarken, Bloxoo'dan gelmiş olan mail'e ilişti gözüm. Evet, günün blogu olduğumu belirtiyorlardı. 29 Aralık 2010 tarihinde, Notabilmeyenrockgitaristi.blogspot.com adresli blogum, yani bu blog günün blogu oldu. Şekerli Yoğurt'un orada günün blogu olmasını çok istemiştim zamanında ve kendi kategorisinde ilk 100'lere girmesine rağmen bu mümkün olmamıştı. Olsun, kısmet bunaymış. Sevindim. Ama bir getirisi olmadı gibi okuyucu açısından. Pek ilgi görmüyor sanırım günün blogu bölümü.

29 Aralık 2010 Çarşamba

Projelere Başlıyoruz

Duştan çıktım şimdi. Hava buz gibi olmasına ve dışarıda kar yağıyor olmasına rağmen; kaynar(evet) su ile duş almak harika bir keyif. Cidden insan acayip ısınıyor ve rahatlıyor. Şimdi bir de çay koydum, afiyetle içeceğiz. Fındıklı Hanimeli falan var, çaya batırıp yiyeceğim. Neyse. Öyle işte.

Bugün PTT'ye gidip, posta çeki ile host domain satın alma olayını hallettik. Kafamızda bir çok proje var ve bu projelerin potansiyeli en yüksek olanı ile başlamaya karar verdik. Bu bağlamda EsesEmlak.net'i açıyoruz. Domain ve host ücretini Kebirhost'a gönderdim söylediğim gibi. Ödeme bildirimini yaptım ancak henüz sipariş onaylanmadı. Onaylanır onaylanmaz işe koyulacağız.

Format olarak Eskişehir'deki Emlakçıların yer alacağı ve gönüllerince satılık ve kiralık evlerin ilanlarını verebilecekleri bir platform oluşturuyoruz. Bunun yanında belki ilerleyen dönemde sahibinden satılık evlerin de bir sitede yer almasını sağlayabiliriz. Eskişehir kiralık ev açısından çok yüksek bir potansiyele sahip, o yüzden bu işten bayağı bir kazanç elde edeceğiz diye tahmin ediyorum. Host ve domain parasını çıkartsak yeter zaten şu an için... =D Ki ben inanıyorum çıkartacağımıza.

28 Aralık 2010 Salı

Eskişehir

 Evet. Dün geldik ve yerleştik. Sabahın 7'sinde Eskişehir'e vardık ve direkt olarak evimize geldik. Ev sahibi ile aracı konumunda olan Eskişehir'in taşaklı adamlarından biri olarak görebileceğimiz Fatih Ketenci sağolsun bizi hiç bekletmedi sabah. Yaklaşık 10 dakika içinde eve geldi ve direkt olarak anahtarı bize teslim etti. Ardından bununla da yetinmedi, sözleşmemizi hazırladı ve sözleşmeyi yaptık. Akabinde Muhtar'a, Nüfus Müdürlüğüne, Esgaz'a ve Tedaş'a bizi kendi arabasıyla götürdü ve ev için gerekli her şeyi yapmamızı sağladı. Sağolsun cidden çok yardımı dokundu, başkası olsa yapmazdı herhalde.


Ev bıraktığımız gibi değildi. Bizden önce oturan gavat evin anasını sikmiş durumdaydı, neyse ki evi temizlemişler biz tuttuktan sonra. Eve babaannem ve İsmail'in annesini bırakmıştık, onlar da bayağı bir düzenlemişler evi. Ardından biz daldık ve kafamıza göre düzenledik. Ev hoş oldu. Cidden bayağı hoş...

Gece 11'de bizimkileri uğurladık tekrar Kaş'a. Evimize döndük. Yemek yaptık (tost), yedik. PES oynadık, televizyon seyrettik, uyuduk. Doğalgaz açık olmadığı için soğuktu ama sıkı sıkı örtününce sorun olmadı. Elektrik akşam açılmıştı ve o yüzden en azından sıcak kuşburnu içebildik; tost yapabildik.

Saat 13:00 sularında uyandık bugün. Alışveriş yaptık ufak çaplı. Kahvaltı yaptık, sağlamdı bayağı. Basketbol oynamaya gittik. Şort ile basketbol oynadık tıpkı Kaş'taki gibi. Pota pek güzel değildi ama yine de oynadık. İnsanlar bize şaşkın gözlerle bakıyorlardı. =D Şort falan tabi... Haklılar bir yerde...

Eve döndük. 1,5 saatlik bekleyişin ardından Esgaz görevlisi geldi ve doğalgazımızı da açtı. Şu an kalorifer çalışıyor ama pek bir etkisini göremedik henüz. Beklemedeyiz.

Bu arada internet işini de çok iyi hallettik. Üst komşumuza gittik ve interneti bizimle ortaklaşa ödemesini istedik. İlk başta burun kıvırsa da sonra kabul etti. Zaten bir ortağı daha varmış, şu an üç ortak internet kullanıyoruz. Ve cidden bayağı bir hızlı internet.

İnternet'in gelmesine sevinen İsmail.

Az önce kalorifer bozuldu. Yaptık ;). =D

25 Aralık 2010 Cumartesi

Kaş'ta Son Günler...

Evet, gidiyorum buralardan. Evimizi tuttuk. Eşyalarımızı gönderdik kargo ile; allahın belası Yurtiçi Kargo, kargoyu teslim edebilseydi tam süper olacaktı ancak alıcıyı bulamamışlar. Bir emlak bürosuna gönderiyoruz eşyaları ve Cuma günü mekana gittiklerinde alıcıyı bulamıyorlar. İşe bak. Neyse, Pazartesi günü şubelerinden alacağız malları artık.

Kimliğimin fotoğrafını değiştirdim. Buraya tıklayarak yeni fotoğraflı halini görebilirsiniz kimliğimin. Eski fotoğrafta saçlarım kısaydı, bu fotoğrafta ise uzun. Bayağı karı gibi oldu kimlikte. Pek beğenmedim. Sakal falan işleri de sakat olduğu için bizde, tam bir fiyasko fotoğraf. Neyse, olsun... İdare edeceğiz artık öyle. En son geçen sene yenilemiştim kimliğimi ve o kimlik yenilemeyi yapan kadın, makineye aynı anda iki kimliği birden soktuğu için kimliklerin kaplaması yarak gibi olmuştu. Bu kez düzgün oldu çok şükür.

Onun haricinde Trafik Şubesine de uğradım. 5,5 aydır elkoyulmuş olan ehliyetimi, süre dolunca ailemin alıp alamayacağını sordum. Ailen kim diye sordu herif, söyledim. "Tamam lan hadi git, gelsin baban alsın ehliyeti" dedi görevli, peki dedim çıktım. =D Kaş işte...

Birazdan, yarın yanıma alacağım eşyaları ayarlayacağım/hazırlayacağım. Güzel de bir playlist yapmam lazım tabii ki yolculuk için. Gerçi film izlerim yine muhtemelen ama olsun, müziklerimi de güncellemem ve son gözdelerimi listeme eklemem lazım.

Aslında bahsedecek çok şey var da, zamanı gelince yazacağım onları...

23 Aralık 2010 Perşembe

Artık Kimse Reddedilmeyecek!

Şu sıralar aklımda farklı bir proje var. Hayır bu kez bir internet sitesi projesi düşünmüyorum. İlerde sosyoloji kitaplarında yazacak bir çizelge ve puanlama sisteminin temellerini atacağım belki de... Evet. Yapacağım sistem ile birlikte her birey kendisine ikili ilişkiler açısından bir puan biçebilecek. Belli kriterler eşliğinde, kendinde varolanlar ve olmayanlar olarak ayrılacak iki seçenek sistemi tabanlı olacak şekilde belli kriterler olacak. Bunları işaretlemek veya doldurmak veya adını her ne koyarsanız yaparak; herkes kendi puanını belirleyecek. Ayrıca bununla da kalmayacak tabii ki, karşı cinsin de puanını bu sistem sayesinde belirleyebileceksiniz. Böylece herkes kendi puanını ve karşıdakinin puanını bilerekten hareket edecek. Bunun sayesinde insanların reddedilme veya istenilmeme durumları en aza indirgenmiş olacak. Zira arz talep meselesi olay. Benim puanım 5 ise, 5'lik bir hatuna yazacağım ve böylece reddedilme riskim en aza indirgenmiş olacak. Her şey zevklere kalmış olacak. Zevkler örtüşmez ise ancak reddedilme durumu yaşanacak.

Şimdilik kafamda bir taslak oluşturmaya çalıştım ancak başaramadım çünkü bayağı bir geniş kapsamlı oluyor. Neredeyse kitap olarak bile çıkartılabilecek bir şeymiş gibi durduğu için şimdilik yazılı olarak ortaya koymaktan vazgeçtim bunu. Gerçi uzun bir sürecin akabinde, geniş ve kullanılabilir bir sistem ortaya çıkartmayı planlıyorum. En kötü ihtimal kendim kullanırım.

İlham kaynağı olarak şu iki filmi gösterebilirim bu konuda: She's Out of My League ve The Accidental Husband.

Neden Olmasın Böyle Bir Şey?

Bugünlerde değişik proje fikirleri aklıma geliyor. Nedendir bilinmez bayağı bir üretken olmaya başladım gibi ve  hiç olmadığı kadar da hevesliyim. Geçmiş dönemlerde birileri (özellikle İsmail) bir proje önerisi ile veya düşüncesi ile bana geldiğinde "tutmaz" diyor ve kestirip atıyordum. Gerçi kestirip atmak değil cidden tutmayacağını düşünüyordum, heves ve istek yoktu yani. Şimdilerde ise bu olaydan tamamiyle vazgeçmiş ve arınmış durumdayım. Öyle ki şu an kafamda bir çok tasarı var (İsmail ile halihazırda ortak olanlar falan) ve bunların çoğunun teorik olarak tutacağına eminim. Pratikte neler olacağını tabii zaman gösterecek.

Bugün düşündüm taşındım, ilginç bir şey buldum. Malumunuz herkes seks peşinde. Arkadaşlık siteleri var, evlenmek veya seks tabanlı ilişkilerin yaşanabileceği iletişim kurma aracı olaraktan. Ancak arkadaşlık siteleri, çok geniş bir kitleye hitap ediyor. Öylesine üye olanlardan tutun, evlenmek isteyenlere, net ortamında takılacak adam arayanlarından, yalnızlık çekmek istemeyenlere, seks partneri arayanlardan, saf ilişki peşinde olanlara... Tabii çoğunlukla erkek nüfusunun yüzde 90'ı zaten kafadan seks peşinde ama olsun yine de fazlasıyla geniş bir kitleye hitap ediyor o tarz siteler. E biz öyleyse seks tabanlı bir arkadaşlık sitesi açalım?

Değil mi ama... Fuck Buddy edinsin insanlar, sevişsinler, tatmin olsunlar. Format olarak kafamda canlandırabiliyorum siteyi ama ismi gereği çok abaza akını olacaktır. Bunu da premium üyelik sistemi ile aşaraktan halledebiliriz sanırım. Fuck Buddy arayan kızları nasıl bulacağımızı henüz düşünmedim. Ama vardır belki. Ne bileyim, taş gibi bir erkek olur mesela sitede, kız onunla sevişmek falan ister üye olur falan filan...

Evet haklısınız. Zor. O yüzden şimdilik siktir etsem daha iyi sanırım. Ayrıca hatun dediğin naz yapar, fuck buddy olayına gelemez... Fuck Buddy olayınca gelecek olsa zaten direkt orospu olsun, para kazansın. Tabi...

Google Görsel'e "fuck buddy" yazınca çıkan bir görsel... Demek ki böyle bir talep var, insanlar fuck buddy arıyorlar. Hmm...

21 Aralık 2010 Salı

Elm Sokağı ve Koli

Dün gece film izlemeye çalıştım ancak başaramadım. Elm Sokağı Kabusu 2010'u izlemeye başladım. Yarısına geldikten sonra Facebook sohbetten gelen ses üzerine Facebook'a döndüm ve bir daha filme dönmedim. Gerçi zaten sonunda ne olacağı belliydi. Freddie'yi öldürecekler ve bitecek yani... Nedir yani... Zaten filmi izlenebilir kılan tek şey Katie Cassidy'ydi. Onun da erken ve zamansız ölümü üzerine film oldukça boktan bir hal almaya başlamıştı. Zira o kadını seyretmek yetiyordu. At gibi hatundu cidden. Bir yerden gözüm ısırıyordu onu meğer Supernatural'danmış. Bizim kahpe Ruby ulan bu =D Ahaha...Ve bir de şeye uyuz oldum: filmin başında öldürülen herifin adını Dean yapmışlar. Ulan hiç başka isim mi bulamadınız. Dean sadece sonunda Winchester varsa güzeldir. Ve sadece Jensen Ackles tarafından canlandırılan bir karaktere yakışır.


Bugün eşyalarımı koliledim. 4 koli mal çıktı. Yarın onları kargoya vereceğim ve bizden önce Eskişehir'e gitmiş olacaklar. Böylece halihazırda eşyalarımız biz varınca orada bulunacaklar. Kolilere hemen hemen eksiksiz olarak ne varsa koyabildim. Ancak Vodka şişesi koleksiyonumu koyamadım. Belki yarın bir çözüm bulabilirim onlar içinde ama şimdilik dışarda kalmış durumdalar...

Pazar günü Eskişehir'e gidiyoruz temelli. Bu arada oraya gitmeden önce 4-5 günlük boş günümüzü boşa harcamamak adına bazı girişimlere başladık. Facebook üzerinden Eskişehir'de ortam kurmaya kasıyoruz şu sıralar. Bazı kişiler eklendi falan... Bakalım neler olacak. Belki bir izidivaç bile çıkar bu olaydan =D.

20 Aralık 2010 Pazartesi

Lisede Yaşanan En Dumur ve Aptalca Şeyler Vol. 1

Ben bu konuyu çok sevdim. Aptalca şeyler hayatımızın her noktasında bolca bulunduğu için olsa gerek bol bol yazacak şey çıkıyor. O yüzden liseye de bir el atayım dedim. Liseden geriye kalan bir sürü anım var ve çoğu gülmelik hadiseler. Özellikle sözlük ortamında bol bol yazmışlığım vardır bu konuda, blogu da boş geçmemiş olayım böylece. Başlayalım bakalım, neler çıkacak ortaya...

Derste satranç oynamak
Ders dinlemek istemeyen ve öğretmenin de pek tınlamadığı iki öğrenci tarafından yapılan bir olaydı bu. Anlatınca çoğu insan şaşırıyor, bir öğretmenin buna nasıl müsade edeceğine ama adam da haklı... Ne yapsın yani, satranç oynamaları izin verince susuyor ve dersin anasını sikmiyordu bu ikili...

Gürültüden ötürü öğretmenin "İsteyen çıkabilir" demesi üzerine öğrencinin çıkıp gitmesi
Evet, görülmüş bir şeydir bu. Öğretmen "isteyen çıkabilir, yok yazmayacağım" der ve bunu fırsat bilen öğrenciler bir hışımla kapıya yönelim çıkar giderler. Tenefüs olunca dışarı çıkan öğrenciler sınıfa döner ve bu sırada öğretmenden şu cümle duyulur: "oh be, rahat rahat ders işledim".

Öğretmenler Günü'nde siyah çelenk yaptırıp okula getirmek
Fazlasıyla dumur bir olaydı. Adamlar üşenmemiş, bildiğin cenaze çelengi yaptırıp getirmişler okulu. Çelenk ile birlikte okula girişleri ve Atatürk büstünün önünde saygı duruşu yapmaları görülmeye değerdi. Ardından çelenk ile birlikte okula girildi ve siyah çelenge oldukça sevinen okul müdürü ile hatıra fotoğrafı falan çekilmişti.

Sırayı delip pipet ile kola içmeye çalışmak
Akıl fışkırıyor. Nasıl akıl edilebilir ki sırayı delip, pipet ile derslerde kola içmek. Hadi düşündün diyelim, bu kadar bağımlı mısın be arkadaş. Zaten dersler 40 dakika, 40 dakika dayanamıyor musun içmeden... Olacak iş değil. Çiftli sıralar vardı o zamanlar, tek sıraya iki delik birden açılmış vaziyetteydi. Sonuç disiplin cezası olmuştu.

İngilizce dersine Almanca sözlük getirmek
İngilizce öğretmeni dersine herkesin ingilizce sözlük ile gelmesini istiyordu ve hatta getirmeyenlere eksi falan veriyordu. Bunun için de bir görevli vardı falan... Arkadaşın birine bir soru sordu ve arkadaş bilemedi. Akabinde sözlüğünden bakmasını söyledi ve çocuk açtı sözlüğü bakıyor. Bulamadı haliyle. Meğer almanca sözlük getirmiş, kendisi bile farkında değildi.

Okuma saatlerinde okuma kitabı olarak Kuran-ı Kerim getirmek
Okulumuzda okumaya teşvik sebebiyle haftada bir saat okuma saatleri düzenleniyordu. Bir arkadaşımız okuma saatlerinde Kuran-ı Kerim okuyordu. Çok sürükleyici olduğundan falan bahsediyordu.

Öğretmen masasına kaktüs koymak 
Çok boş olan öğretmen masasına çiçek getirilmesi kararlaştırılmıştır ve getirilen çiçek kaktüs olmuştur.

Derste mastürbasyon yapmak
Çoğunlukla erkek öğrenciler tarafından yapıldığı rivayet edilen bir durum bu. Şahsen bizim sınıfımızda hiç rastlamadım böyle bir olaya ama diğer arkadaşlardan bolca duyuyordum. Sanırım var böyle bir şey... Nasıl bir soğukkanlılıktır anlamıyorum. Hepsini geçtim, o kadar mı azgınsın be adam...

Bilgisayar dersinde sınıfça Counter Strike oynamak
Çok şaşırmıştı bilgisayar öğretmenimiz sınıfa girdiğinde. Bilgisayar öğretmeni müdür yardımcısı olduğu için çoğu zaman derslerimiz boş geçiyordu, biz de CS oynayarak vakit geçiriyorduk. Hoştu.

Ayakkabısı parçalanan öğretmenin sınıftan çıkamaması
Bir öğretmenimiz vardı, derste ayakkabısı parçalanmış. Nasıl oluyor demeyin, biz de anlamadık. Kadın sınıftan çıkamıyordu. Ayakkabı sabah sapasağlammış ama gelin görün ki derste o sağlam görüntüsünden yeller esiyordu. Bir öğrenciyi ayakkabıyı tamir ettirmesi için ayakkabıcıya gönderdi öğretmen şahsı ancak ayakkabıcı "bu ayakkabı çürümüş" diyerekten ayakkabıyı geri göndermişti. Bayağı bir komikti. Kadıncağız babasını aradı, babası yeni ayakkabı getirdi evden ve öyle çıkabildi ancak sınıftan...

Sevgili İçin Yapılmış En Aptalca Şeyler

Evet sevgili insanlar. Aklıma güzel bir konu geldi. Aslında kendi yazmış olduğum bir yazıdan ilham alarak bunu yazmaya karar verdim. Eğlenceli bir yazı olacağını tahmin ediyorum. Bir çoğumuz sevgililerimiz için çok aptalca şeyler yapmışızdır, şu an düşündükçe güldüğümüz ve trajikomik bir anı olarak kalan... Ben bunlardan bir derleme yapacağım şu an. Etrafımda duyduğum anlatılan aptalca şeyler ve şahsımın başından geçen şeyleri yazacağım. Daha doğrusu listeleyeceğim. Bir bakalım, neler var elimizde.

Netten tanışılan şahıs için 200 km yol gitmek
Evet bununla başlayalım en iyisi. Ben bu durumu cidden aptallıktan başka bir şey ile açıklayamıyorum. Sadece net ortamında konuşulan bir şahıs ile nasıl bir bağ kuruluyor ve sırf onun için 200 km yol gidilebiliyor... Cidden çok malca ve bu konuda oldukça tecrübeli arkadaşlarım var. Kendilerini kınıyorum ve bu listeye onlar ile giriş yapmış oluyorum. Aptalca bir şey yapıyordunuz...

1 metre karelik yer satın alıp, o alana tabela yaptırmak
Aslına bakarsanız güzel bir fikir. Düşünsenize, bir kara parçası satın alıyorsunuz ve oraya bir tabela asıyorsunuz üstünde "Seni seviyorum x" yazan. Ama bunu yapan şahsı muhterem, tabelayı astıktan 2 gün sonra aldatıldığını öğrendiği için bayağı bir kötü olmuştu. Aptalca bir şey olduğunu kendisi söylemekte şu sıralar.

Eve gitmekte olan sevgili şahsına, aç olduğu düşünülerek döner yaptırmak
Allahım bu nasıl bir akıldır. Er kişi, sevgilisi ve sevgilisinin arkadaşı takılmaktadırlar. Saatler boyunca süren takılma olayının akabinde, ayrılırlar ve sevgili ile arkadaşı otogara doğru yol alırlar. Bu sırada eve gitmekte olan er kişisi, sevgilisinin aç olduğunun farkına varır ve dönerciye giderek döner yaptırır. Döneri paketletip, sevgili şahsını arar. Sevgili şahsı döneri istememektedir. Bunun üzerine er kişi döneri kendi yer. =D

Popmundo oynayan sevgilinin oyundaki grubuna logo tasarımı yapmak
Akla bak... Hiç işin gücün mü yok be arkadaş. Sanki çok önemli oyunda hatun şahsının güzel bir logoya sahip olması. Aptallık işte, yapılmıştır. İşin kötü tarafı ise yapılan 3 farklı tasarımın, hatun kişisi tarafından beğenilmemesidir.

Fondatenini kaybeden sevgiliye, kış ayazında gece yarısı annenin fondatenini götürmek
Hay kafana sıçayım senin denilesi bir başka olay. Sevgili şahsının fondateni bitmiştir ve er kişiye bu konuda yakınmaktadır. Er kişi de çareyi, gece mobiletine atlayıp (bu kesinlikle ben değilim) 20 km yol giderek, annesinden arakladığı fondateni kızın evinin bahçesine atıp kaçmakta bulur. İşin kötü tarafı, yağmura yakalanmıştır bu şahıs mobileti ile giderken. Motosiklet değil bakın, mobilet.

Lady Gaga dinleyen sevgiliye, rock ve metal müzik cd'si hazırlamak
Aptalca evet. Ne dinlerse dinlesin değil mi... Ama yok, olmaz ki. Lady Gaga dinleyen bir sevgiliye sahip olmak istemeyen, rock ve metal müziğe gönül vermiş er kişisi tarafından yapılan bir aptallıktır bu. Gerçi işe yaramıştır bir bakıma ama yine de aptalca olmaktan kurtulamıyor.

Her gece uyuyakalan sevgiliye, "Sadece aptallar sekiz saat uyur" kitabı hediye etmek
Akıllıca bir eylem aslında. Ama yine de aptalca. Evet evet, aptalca bu. Güzel ayar veriyor er kişisi ancak bir katkısı olmuyor. Sevgili şahsı yine de uyuyakalmaya devam ediyor ve er kişisi sap gibi kalmaya devam ediyor.

Tokasını plajda unutan sevgilinin tokası için gece yarısı plaja gitmek
Asrın manyaklığı. Aptallıktan öte bir durum. Gece ağlaya sızlaya tokasından bahseden hatun şahsının bu ağlak hallerine dayanamayan yufka yürekli aptal er kişisi tarafından yapılan über aptallık. Sen kalk gece yarısı şehir dışındaki plaja git ve o karanlıkta toka ara... Gerçi toka falan kalmamıştır o saatte çünkü plajın olağan temizliği sırasında tokayı süpürmüşlerdir. Evet, toka...

Bloga sevgilinin dönüş tarihi tabanlı bir geri sayım sayacı koymak
Olacak iş değil. Hatun kişisi uzak bir yerlere gitmiştir ve uzun süre ayrı kalınacaktır. Er kişisi blogunun sağ üst tarafına bir sayaç koyar ve o sayaç sevgilinin geri dönüş tarihine kalan süreyi saymaktadır geriye doğru. Bayağı bir aptalca, yapan şahsın kafasını sikmek lazım.

Motosiklet sürmek isteyen sevgiliye gecenin bir vakti motosiklet vermek
Akla bak... Ulan bisiklet sürmeyi doğru dürüst beceremeyen kıza motor mu verilir? Hem de gece. Hem de anayolda. E tabii olacaklar zaten belliydi, sonucunda oluşan kazada ağır yaralar alındı. E zaten aptallık yani en başından beri motosikleti hatun şahsına vermek. Er şahsının yaptığı büyük bir mallık.

Doğum günü kutlanılmayan sevgiliye son anda kıyamayıp gece 30 km yol gidip evine gül bırakmak
Er kişisi ile hatun kişisi arasında soğuk rüzgarlar esmektedir. O kadar soğuktur ki, doğum günüdür hatun kişisinin ve görüşülmemiştir. Hatta bir kutlama mesajı bile atmamıştır er kişisi. Ve gece olmuştur artık. Gece 22 sularında er kişisi ve bir arkadaşı motosiklete atlayıp kızın evine giderler. Kızın evinin kapısına bir gül bırakılır ve dönülür. Kızdan ters cevap alınır. Evet, aptalcaymış demek ki...

Yola şömine yakıtından seni seviyorum yazmak 
 Aslında pek aptalca değil bu da ama olayların istenilen şekilde gitmemesi sebebiyle aptalca sınıfına kayıyor gibi. Er kişisi, hatun kişisi için şömine yakıtı ile seni seviyorum yazar ve olayın gerçekleştiği noktaya hatunu çağırır. Ancak hatun kişisi tam o yazıyı görebilecek noktaya geleceği sırada bir şeyler olur ve gelmekten vazgeçer. Çekip gider... Er kişisinin yaptığı şey boşa gitmiş olur.

Döneceksin diye söz ver diyen sevgiliye söz verip dönmek
Evet arkadaşlar, er kişisi ile hatun kişisi ayrılacaklardır ve er kişisi uzaklara gidecektir. Hatun "döneceksin diye söz ver" der er kişisine, o da söz verir. Sözünü tutar gelir er kişisi ama döndüğünde hatun matun kalmamıştır. Aptalca bir söz, aptalca bir eylem. Eylem, stajdan kovulmaya sebep olmuştur. Hatta bu sayede kovulduğu için gece sokakta yatmak durumunda bile kalmıştır er kişisi.

Hap ile intihara kalkışan sevgiliye telefon fırlatmak
Aslına bakılırsa duygulu bir ortamda geçen bir hadise olmasına karşın aptalca bir olay. Hatun kişisi elindeki hapları tek seferde kafaya dikmekle tehdit ederken er kişisini, birden hapları yutuyor ve bu sırada er kişisi elindeki telefonu hatun kişisine fırlatıyor. Allah korusun telefon hatun kişisinin kafasına otursa, hiç hapa falan gerek kalmadan öbür tarafa gidecek. O yüzden, aptalca bir eylem. Hatunu kurtarmak amacıyla yapılmış olması da ayrı bir olay tabi..

Sevgili spermden hoşlanmıyor diye handjob'a özel kalitesiz prezervatif almak
Akla gel... Hatun kişisi spermi ve erk kişisinin boşalmasını iğrenç bulduğu için er kişisinin geliştirdiği ilginç ve bir o kadar da aptalca bir çözüm. Handjob sırasında prezervatif takmak suretiyle hatun kişisinin olaya devam etmesi ve son noktayı görmesi sağlanıyor olayda ama ona prezervatif mi dayanır... Er kişisi çareyi  24'lü paket almakta buluyor. Einstein...

19 Aralık 2010 Pazar

Kısa Kısa Vol. 1

- Eskişehir'de bir ev tuttuğumuz ve artık 6 ay boyunca orada yaşayacak olmamız sebebiyle bayağı bir heyecanlıyım.
- Kaş'tan ayrılacağım için üzülmüyorum da değil hani... Ama gerekliydi böyle bir değişim, o yüzden fazla takmıyorum.
- 20 gün sonra 6 aylık ehliyetime el koyulma cezam sona eriyor. Tekrar kavuşuyorum o harika şeye.
- Mahkeme celbi geldi, 23 Şubat 2011 tarihinde alkollü araç kullanmak suçundan yargılanacağım. Çok boktan bir olay.
- Mahkeme için Kaş'a geleceğimi düşünüyordum ama Eskişehir'e aldırabiliyormuşuz olayı.
- 12 Ocak'ta Antalya'ya gitmemiz gerekiyor öğrenci kartı çıkartmak için; bağlı olduğumuz büroyu Eskişehir bürosu olarak değiştirerek bu zorunluluktan kurtulmayı hedefliyoruz.
- Uzun zamandır halı sahaya gitmedik. Futbol oynamak istiyorum çok pis.
- Tek başıma basketbol oynamaktan büyük keyif alıyorum. Mesela bugün orta mesafe şut çalışması yaptım, çok eğlendim tek başıma.
- Eskişehir'e özel forum sitesi açıyoruz. Umarım tutar, tutmazsa kötü günler bizi bekliyor.
- Eskişehir'de gitar kursu vermeyi düşünüyorum. =D Neden olmasın aq?
- Evimize hep hayalini kurduğum Supernatural'ın 01x19 bölümünde yer alan portreyi asacağım. HD kalitesinde bulamadım henüz portreyi, bulunca bastırıp asacağım, harika olacak.
- Kipa'da satılan portatif kaleyi satın alıp, evimize kuracaktık ama evimiz dar olduğu için pek mümkün olmayacak sanırım.
- Evimiz evimiz diye bahsediyorum, çok fena hoşuma gidiyor lan =D Evimiz var aq bizim... =D
- Bir hatunu bikinili görmeden çıkmayın derim çoğu zaman, Eskişehir'de böyle bir imkanın olmayacak olması sıkıntı verici.
- Kaş Aydın Haber'in sitesini yaptım iyi kötü ama ben olmayınca site durmuş durumda. Oradaki elamana siteye nasıl ekleme yapacağını anlatmıştım ama sanırım anlamamış mal. Veya üşeniyor...
- Nedendir bilinmez bende pediyatrik bir çekicilik var sanırım. İlköğretim çocuklarına hitap ediyorum sanki, hep onlar talip oluyorlar acayip uyuz oluyorum. Çoluk çocuk...
- Eskişehir'de güzel kız yok. Veya ben 3 gün boyunca göremedim. Neden bu kadar seçiciyim acaba...
- Liseli hatunları daha çekici buluyorum, bazı mallar bunu pedofili olarak adlandırabilirler ama henüz sadece 91 doğumluyum ve çekici bulduğum kesim en küçük 94 doğumlu oluyor ve ben bunu prensip edindim. Sınırım 94.
- Bugün Beşiktaş maçı var, Quaresma reyiz sana güveniyorum.

17 Aralık 2010 Cuma

Tek Gece, 3 Film

Evet, Eskişehir yolunda teknobüsün bir nimeti olarak tabii ki film izledim. Başlıktan da anlayabileceğiniz üzere 3 film seyrettim. Güzel vakit geçirdim, yolculuk hoş geçti bu sayede. Filmler: O Kız Beni Aşar (She's Out of My League), Yahşi Batı ve Iron Man 'ydi.


O Kız Beni Aşar, klasik bir romantik komediydi tabii ki. Adından da anlaşılabileceği üzere... Bir hatun var taş gibi, vasat üstü bir erkek var ve erkek hatunu hallediyor falan... Bunun üzerine kurulu, klişe ama eğlenceli bir filmdi. Özellikle taş hatun ve vasat erkek ön sevişmesi sırasında erkeğin boşalması bayağı bir acayipti. Herif demek ki bayağı bir abazaymış. Hadi ön sevişme sırasında ereksiyon normal de, boşalmayı nasıl başarıyorsun be adam. Hadi boşaldın diyelim, pantolondan dışarıya nasıl çıkıyor sperm? Evet, bayağı bir mantıksız. O sırada eve gelen hatunun ailesi işleri tam bok ediyordu. Evin köpeğinin, pantolondan çıkan spermi yalamaya başlaması da bayağı bir faciaydı.

Yahşi Batı da izlenebilir filmdi diyebilirim. Komikti zaman zaman. Güldük eğlendik, hoş vakit geçirdik. Demet Evgar'ın, Cem Yılmaz'a yar olmasını bayağı bir yadırgadım gerçi, özellikle filmdeki halleriyle bayağı bir uyumsuzdular. Ayı stayla takılıyordu Cem Yılmaz, Demet Evgar'ı aslen hiç sevmem ve hiç çekici bulmam ama dizideki hallere bakıldığında bir kaç gömlek büyük geliyordu Cem Yılmaz'a.

Iron Man 2'yi de beğendim. Özellikle soundtrack'ler harikaydı. AC/DC harika bir seçim olmuş bu film için, bayağı bir sevdim. Film aman aman bir film değil ama yolculukta iyi gitti. Zaman geçirdi falan.

Bilmiyorum aslında ya... Şimdi bunları yazıyorum ve her filmi beğendiğimi söylüyorum ama aslında normal şartlarda beğenmeyebilirdim. Baksanıza, karakterlerin isimlerini dahi hatırlamıyorum. Nasıl izlediysem artık... Tren seyreder gibi seyretmişim demek ki. Neyse, olsun. En azından yolculuğu çekilebilir kıldı bu filmler. Sağolsunlar...

16 Aralık 2010 Perşembe

Eskişehir Vol. 2

İlk günü ev bulmak konusunda başarısız bir şekilde geçirdikten sonra ikinci gün artık bir şeyler yapmamız gerekiyordu. En azından bir kaç ev bakmalıydık, çünkü ilk gün onu dahi yapamamıştık. Bu bağlamda ilk olarak bir internet cafeye gidip, sahibinden.com'daki bize uygun evlerin listesini çıkarttık. Ve hepsini gezmeyi planlayaraktan, düştük  sokaklara...

İdare eder görünümlü, 200 lira kira bedelli 3+1 ev vardı listemizin başında. Direkt oraya gittik. Gittik de, tabii bulmak bayağı bir zamanımızı aldı. Neyse ki en sonunda bulduk ve ev sahibi ile eve girdik. Fiyat düşürme tekniği olarak blöf yapmayı konuşmuştuk ama kullanacağız diye karar almamıştık. Neyse, eve girdik. Bayağı ağır bir koku vardı içerde. Yerler ve mutfak bitikti. Tuvalet çok beter bir haldeydi. O kadar boktan olmasına rağmen 3+1'in büyüklüğünden ötürü bize çok cazip geldi ilk başta. İnternette 200 lira yazıyordu kira, ev sahibi 300 dedi. Dedik, biz 200 yazıyor diye geldik. 300'de diretti. Tamam dedik, çıktık. =D Çıktık gidiyoruz, evin penceresinden "gelin bir dakika" dedi. Tam o sırada adamın kritiğini yapıyorduk ve tam adama "gavat" diyecekken ben, adam bizi çağırdı. Adamın yanına giderken tereddüt ettim, acaba herife küfür falan ettim de ondan mı çağırıyor diye. Garip bir kuşku aldı işte, ne bileyim. Gittik. 250 liraya vereyim dedi. Düşünelim diyip, diğer evlere bakmak üzere çıktık.

Diğer ev sahiplerini ilk olarak telefonla arayalım diye düşündük. Aradık tek tek, hepsi bize tersti. Ya sobalıydı evler ya da çok uzaklardaydı Üniversiteye. O günü, 250 liralık ev yedekte bekliyor garantisiyle rahat geçirdik. Onu tutarız falan diye düşünüyorduk ama bayağı bir boktandı ev. Sonradan caydık bu durumdan. Normalde o gece dönecektik Kaş'a ancak bazı sebeplerden ötürü bir gece daha kalmamız gerekti. Kaldık biz de... O geceyi PES 2011 oynayarak geçirdik.

Ha bu arada, o gün bir öğrenci evine girdik. Evden çıkmak isteyen ama kontratı sebebiyle çıkamayan bir çocuk bize evini kakalamaya çalıştı. Piç, 325 lira istiyor. "Buradaki evler pahalı, 450 liradan başlıyor" falan gibi laflar etti bize. Şerefsiz, bizi sikecek ayakta aklı sıra...

Neyse, ertesi gün o civarları gezmeye karar verdik yine. İnanılmayacak derecede fazla ev ile karşılaştık, Tepebaşı Yeşiltepe mevkiinde. Cidden her yer kiralık ev doluydu. Orada bir ilan gözümüze ilişti. Eşyalı kiralık ev yazıyordu. Aradık, adam 350 liraya 1+1 veriyordu, full eşyalıydı. Adam ile randevu ayarladık. Geldi falan... Evi gezdik, beğendik. İki buzdolabı, bir gardrop, 4 yatak (?), çamaşır makinesi ve televizyonu vardı evin. Güzeldi, tam bize göreydi.

Herif ile anlaşmak için bürosuna girdik. Her şey 3-5 dk içinde halloldu. Adam bizden 200 lira aldı, kapora olarak. Bir makbuz kesti. 1,5 hafta sonra geldiğimizde de sözleşmeyi yapacağımızı söyledi ve yolladı bizi. Hala düşünüyorum, acaba dolandırıldık mı diye... Ama değildir herhalde ya, adamın orada emlak bürosu vardı sonuçta.

Ev işini cidden iyi halletmiş bir şekilde Kaş'a döndük. Güzel oldu. Kaş'a bu öğlen geldik, özlemişim gitarımı.

14 Aralık 2010 Salı

Eskişehir Vol. 1

Pazar saat 18:30'da yola çıktık. Yolculuk gayet hoş geçti diyebilirim. 12 saatlik bir yolculuk oldu toplamda ve 10 saatini teknobus'te geçirdik. 10 saat boyunca üç film seyrettim. Güzel vakit geçti, pek bir sıkıntısız bir şekilde vardık Eskişehir'e.

Eskişehir'e aktarmalı olarak geldik. İlk olarak Bozüyük isimli bir ilçeye indirildik. İlçenin nüfusu 57 bin ve bağlı olduğu Bilecik'ten daha fazla nüfusa şahip bir yer. Ancak sabahın 5'inde oraya inince pek de hayat dolu bir yer sayılmaz. Zaten sabahın ayazında öyle bir donduk ki anlatamam. Kaş'tan gelmişiz, daha 3 gün önce şort ile basketbol oynamaya giderken, bir anda karlarla kaplı bir yere inince bayağı bir boktan oluyor.

Her neyse, en sonunda Eskişehir'e vardık. Otogarı cidden çok bakımsız ve sikko geldi bana. Kalkan'ın otogarı bile daha sağlam bence. Bir kaç dakika ne bok yiyeceğimizi düşündükten sonra dışarı çıkıp yürümeye karar verdik. Hiçbir yer bilmiyoruz ve hava buz gibi. Tramvayı gördük, bindik. Tramvay'da, yazın Kaş'ta gördüğümüz bir kız vardı. Tabii siklemedik, siklenmedik de... =D

İlk olarak gece konaklayacağımız yeri ayarlamamız gerekiyordu. Bu bağlamda KYK yurtlarında kalmayı düşündük ilk önce ve Anadolu Üniversitesi Merkez Kampüsüne doğru yol aldık. Kampüse girdiğimizde, KYK yurtlarının burada olmadığını tecrübe ettik. Acı bir tecrübeydi diyebiliriz. Her zaman olduğu gibi (Antalya gezilerimiz falan...) yine PTT Msafirlerine kaldık tabii... Bu arada kampüs bayağı bir sağlamdı. İçeriye girince herkes eşit gibi. Kimin ne bok olduğunu anlaşılamadığı için, biz de bir yarak başıymışız gibi gezindik içerde kasıla kasıla. Bayağı hoştu aslında, sadece soğuk sebebiyle kafamı kaldıramıyordum, rüzgar vardı ve kafamı kaldırınca içeri soğuk hava giriyordu. İlginç...

PTT'ye gittik, öğleden sonra gelmemizi söylediler. Tamam diyip, çantalarımızı oraya bıraktık ve çıktık yine yollara. Arkadaşın bir tanıdığı ile buluşmamız gerekiyordu. Bizi Yunus Emre Hastanesi'ne çağırdı, gittik. Fakat orada yoktu. PTT'nin yakınlarına çağırdı bu kez, gittik ve bulduk. Çok sikko bir yere girdik. Öleceğimizi düşünmedim değil. Çok sakattı çok, anlatılmaz yaşanır. Neyse oradan bir şekilde kurtulduktan sonra, PTT'ye gidip kalma işini halledelim dedik. Siktiğimin memleketinde deniz olmadığı için olsa gerek bir türlü yer yön algım oturmuyor. Her yerde aynı caddeler var gibi, her yer bir göle çıkıyor ve her yerde aynı mekanlar var. Kafam taşak gibi oldu.

En sonunda PTT'yi bulup, yerleştik. Zaten gece yolculuğu sebebiyle, 24 saattir uyumuyorduk. Öyle olunca direkt mayıştık yataklara. 5 saatlik uykunun akabinde uyanıp, çarşıya indik. Doktorlar, Adalar, Barlar... Hepsini gezdik. Cidden bayağı bir beğendim gece şehri. Her yerde insanlar kar topu savaşı yapıyorlardı. Biz ise kalas gibi yürüyorduk sadece, tabii yabancıyız daha. Kızlara kar topu savaşı teklif eden erkekler bile gözlemledik.

Bir bara girdik daha sonra canlı müzik olan. Birer bira içip, odamıza dönmeye karar verdik. Dönüş yolunda bir pastaneye rastlayıp, 2 açma aldık. Gece saat 1 olmuştu ve PTT'yi bulmak yine biraz zahmetli oldu. Fakat yine bir sorun vardı tabii, o da Kola. Kola yoktu, alacak market de yoktu. Ne boktan bir olay, fazladan 1 km kadar yürüdük yine ama market bulamadık. Koskoca şehirde, şehrin merkezinde 24 saat açık market yok. Çok boktan bir durum. Kuru kuru yedik açmaları. Bir bardak suya muhtaç bir biçimde de uyuduk. Olacak iş değil.

12 Aralık 2010 Pazar

Yolculuk Eskişehir'e

Yine internetsiz bir gece daha geçirmekteyim. Yarın Eskişehir'e gidiyoruz. Bir çok hazırlık yapmayı planlıyordum nette ancak son gündür net olmayışı sebebiyle hiçbir bok yapamadım. Eskişehir'de gideceğimiz yerleri kroki üzerinde işaretleyip, yer yön bulma olayımızı en kolaya indirgeyecektim ancak net olmayınca böyle bir şey mümkün olmadı tabii.


Eskişehir'de bir hayırsever tarafından bize ev verileceği şeklinde bir olay söz konusu. Ev eşyalıymış falan ve biz ona bakmaya gidiyoruz. Evi vereceği söylenen şahıs bizi otogardan alcakmış. Götürecekmiş eve falan. Evet biraz sakat bir durum gibi gelebilir. Şu sıralar bizi de bayağı bir korkutuyor. Sanki organ mafyasına gidiyormuşuz gibi hissediyorum. Veya bizi eve götürüp, sikeceklermiş gibi falan... Çok garip.

Eğer bu ev işi olmazsa, kiralık evlere göz atmamız gerekecek. Sahibin.com'da güzel ilanlar görüyordum hep. Onların da güzel bir listesini hazırlayıp gidecektim Eskişehir'e ancak tabii malumunuz internet olmadığı için bir bok hazırlayamadım. Öyle ki şu an Hayrettin izliyorum.

Hayrettin'e de acayip kıl oldun. Dişlek halleri, yarak gibi sallanan saçının ön kısmı falan... Acayip itici. Beyaz kopyası gibi geldi bana. Dil özellikleri de benzeşiyor. Hareketleri de benziyor. Belki onu model alıyordur bu Hayrettin. Esprileri çok bayat. Bayıyor böyle, acayip saçma salak. Zaten stüdyodaki insanlar gördüğüm kadarıyla liseliler. Ve onlara hitap ettiği apaçık ortada programın. Ama gerekliydi böyle bir şey. Beyaz ve Okan, Üniversitelilere hitap ediyor. Hayrettin de Lise ve İlköğretim. Güzel bir şey.

Şu an "cevher" isimli bir wireless ağı ile nete girebildim ve bu yazıyı ekliyorum. Ne mutlu bana... Cevher'e saygılar.

11 Aralık 2010 Cumartesi

Internetsiz Takılmak

Internetin son zamanlarda sürekli yok olması sebebiyle, evde yapacak çok az şey kaldı. Gündüz evde kimse olmadığı zamanlar gitar çalarak eğlenceli vakit geçirebiliyorum. Akşam olduğunda ve insanlar eve gelmeye başladığında gitar çalmam mümkün olmuyor. İnternet de olmadığı için yapacak hiçbir şey yok.

Şu an hala internet yok ve bu yazıyı WordPad'e yazıyorum. Bugün Beşiktaş maçı vardı da çok şükür, en azından 2 saatin nasıl geçtiğini anlamadım. Tabii sonrası yine zordu. Tost yaptım. Güzel oldu. Zaten çok güzel tost yaparım ben. Hatta öyle ki, uzaktaki halam ziyaretimize geldiğinde kuzenler mutlaka tostumu yer de gider. Öyle bir şey yani... Bir zamanlar komşulardan sipariş aldığım bile oluyordu.

Az önce eski CD'lerime baktım. Bir torbaya koymuşum onlarca CD. Pcnet, Chip, Level, Oyungezer, Gamepro, Gameworld. Bir sürü dergiden çıkan CD ve DVD ile karşılaştım. Geçmişte yazdığım CD'lerle karşılaştım, sanırım geçmişte belli aralıklarla "Gerekli Programlar" isimli CD'ler hazırlıyormuşum; bir sürü CD var o formatta. Metal Gear Solid'e rastladım.

Championship Manager 99 bile vardı, hemde orjinaldi. O oyunu Kalkan'dan satın almıştım. Çok iyi hatırlıyorum, ufak bir kullanma klavuzu tarzında bir kitapçığı vardı oyunun ve ona göz gezdiriyordum. Kitapçık ingilizceydi ve ben resimlere bakaraktan mutlu oluyordum. Tabii o zamanlar oyunu çözememiştim. Evet, 9 yaşında pek de iyi futbol menajerliği yapamıyorsunuz. Gerçi benim problemim menajerlik yapmak değil, oyunu oynayamamaktı. Nedense o oyunda asla maç yapamadım. Bilmiyorum neden... Şu an yüklesem, oynayabilirim herhalde.


Oyunlardan açılmışken konu, benim çok eskiden Sims'im vardı. O da orjinaldi. Oyuna giriyordum fakat bir daha çıkamıyordum. Onu da oynamayı çözememiştim o yaşta, 8 yaşlarında falandım sanırım. Oyundan çıkamıyordum derken gerçek anlamda söylüyorum, oyunun nasıl kapanacağını çözemediğim için veya problemli bir oyun olduğu için sürekli Ctr+Alt+Delete yapmak suretiyle çıkıyordum. Bir gün o oyunu bir takasta kullanmaya karar verdim. Mert isimli bir şahıs ile takas edecektik oyunları. O bana bir oyun getirecekti, ben ona Sims verecektim. Çocuk evime geldi malı aldı gitti, kendi getireceği oyunu ve benim CD'yi bir daha getirmedi. Hala içimde yara o yediğim kazık.

Ve tabii bir de Commandos vardı (Behind Enemy Lines). Commandos'u hala oynuyorum. Orjinal CD'ydi o da. Sanırım geçmişte çok ucuzdu orjinal oyunlar ve hemen hemen her oyunum orjinaldi benim. O orjinal CD şu an İsmail'deymiş sanırım. Neyse... Oyunun şifrelerini öğreniyorduk, kulaktan duyma. "Kontrol alt e" falan şeklinde duyuyorduk. Kontrol'un ctrl anlamına geldiğini bilmiyor olduğum için klavyede kontrol kelimesinin tuşlarına aynı anda basaraktan falan bir şeyler yapmaya çalışıyordum ve tabii haliyle olmuyordu. Epic Fail. =D


Bir gün bir abimiz vardı burada, elinde NBA Live 99 vardı. Geldi bizim eve, oyunu oynayacağız. Taktık CD'yi, Autorun olayı devreye girdi ve bir ekran geldi tabii karşımıza. O sırada yanımdaki abi şey dedi "Play yazması gerekiyordu ama yazmıyor". Evet, gerçekten de yazmıyordu ama Install yazıyordu. Install'a basmak yerine, olmuyor diyip kapatmıştık. Akla bak. =D

Her neyse, bayağı bir yazdım hiç yoktan. CD torbasından bahsediyordum. Torbada cidden çok acayip şeylere de rastladım. Ayrılırken Doğa'ya verdiğim o aptal CD'nin bir kopyası vardı ve o kopya ile karşılaştım. Taktım CD-Rom'a ve sonra direkt çıkarttım. Utanç verici geliyor şimdi. Kendi kendime utandım. =D

Torbada bir de filme rastladım. İhtiyarlara Yer Yok isimli filmi buldum. Onları ayırdım bir kenara ve şu an yanımda duruyor CD'ler. Birazdan izlemeyi planlıyorum. Eğer izlersem, film ile ilgili düşüncelerimi de bu yazının devamı olarak ekleyeceğim.

CD çalışmadı. Filmi izleyemedim. Bende paint ile birbirinden eşsiz sanat eserleri ortaya çıkarttım. İnsan aklının sınırlarını zorlayacak nitelikte eserler çıkarttım ortaya. Tabii ki onları da burada paylaşacağım. Buyrunuz...

10 Aralık 2010 Cuma

Forrest Gump

Bir kaç gün önce film gecelerinin başladığını söylemiştim. IMDB'nin en iyi 250 film sıralamasında birinci sıradan aşağıya doğru tek tek inmeyi planlıyordum ancak sonradan vazgeçtim. Listenin birinci sırasında yer alan The Shawshank Redemption ile aynı yıl gösterime çıkan ve o yıl En İyi Film Oscar'ını kazanan film olan Forrest Gump'ı izlemeye karar verdim.


Bu filmi izlememiş olmamı hayretle karşılıyorlardı. Cidden ne kadar malmışım. 94 yılının en iyi üç filmini son 4 gün içinde seyrettim. Geçen gün de Pulp Fiction'ı izlemiş ve bir skim anlamamıştım. Neyse ki Forrest Gump gayet müthiş anlar yaşattı bana.

Forrest Gump isimli zeka problemi olan bir karakterin yaşam öyküsü anlatılıyor filmde. O kafayla başardığı işler cidden insanı hayrete düşürecek cinsten. Bir çok şeye ilham kaynağı olabilecek tarzda bir film. Yılmadan mücadele etmenin, söyleneni yapmanın, bir büyük sözü dinlemenin neler kazandırabileceği insana sanırım en iyi bu şekilde anlatılabilirdi.

Filmde çok harika replikler yer alıyor. Tabii bunları paylaşmak istiyorum. Hepsi aklımda kalmamıştı ama Wikisöz sayesinde güzel olanları, akılda kalanları tekrardan hatırlayabildim.

  • "Akıllı bir adam değilim,ama aşkın ne olduğunu biliyorum."
  •  "Koş Forrest Koş."
  • "Sadece aptallık yapanlar aptaldır."
Ve tabii son olarak şu harikaydı:
  •  "Ben karides işinden annemin rahatsızlığı gerekçesiyle ayrıldıktan sonra, Teğmen Dan benim hisselerimi bir meyve şirketine yatırmış(Apple'a), ve artık çalışmamın gereksiz olduğunu söylüyordu. Bende artık bir milyoner olduğum için çimleri para almadan kesmeye başladım."
Cidden harikaydı o sahne. Bir aptal ancak bu kadar aptal olabilirdi herhalde =D.

Filmin son sahnesi, Forrest Gump'ın oğlu Forrest'ı okul servisine bindirmesi ve veletin babasının aksine aptallık yapmayışı ve şoför kadını şaşırtması harikaydı.

Sonuç olarak güzel filmdi. 94 yılında gösterime giren o muhteşem üçlünün bence ikinci en iyisi bu film. The Shawshank Redemption birinci, Forrest Gump ikinci ve Pulp Fiction da üçüncü. Pulp Fiction'ı bir kez daha izlesem de, sanırım bu sıralama değişmeyecektir.

9 Aralık 2010 Perşembe

Her Şeyi Beğenen Facebook İnsanları

Çok fena dikkatimi çekiyor. Özellikle boşta bulunan, yani sevgilisi bulunmayan kızlarda çokça görülen bir durum. Şahıs bir şey paylaşıyor ve ardından hemen yalaka takımı ortaya çıkıyor ve o gönderiyi beğeniyor. Paylaşılan sözler, videolar ve bağlantılar o kadar saçma oluyor ki bazen; beğenenin cidden problemli olması gerekiyor. Gerçi az önce de söylediğim gibi beğenen takım, "yalaka takımı". Çoğu zaman yazılan şeyi okumuyorlar bile bence.

Test etmek istedim. Çok saçma bir söz paylaşıp, olacakları görmek... Plan buydu. Fakat şahsıma ait bir "yalaka takımım" olmadığı için biraz daha piyasa insanı olan bir arkadaşıma rica ettim. O kadar saçmaydı ki yazdığım söz, cidden beğenmek için mal olmak lazım. Söz şuydu: " 2 kere 2, 4 eder ama 2'nin karesinin 2 ile çarpımı 8 ve onun da karesi 64 yapar. 64 asal bir sayı olsa kaç yazar, o kadar kareden çıktıktan sonra.". Evet, aynen böyle. Aptallığın sınırlarını zorlayarak yazdığım bu şeyi, paylaştı arkadaş. Ve 3 dakika içinde 3 kişi beğendi. 


İçler acısı bir durum...

8 Aralık 2010 Çarşamba

Web Tasarım'a Dönüş

Evet, uzun zamandır başkaları için web sitesi tasarımı yapmıyordum. Son dönemde bu işten para kazanıldığını görmem ile birlikte, bende ufaktan geri dönüş yapmak istiyordum. Tabii artık bu konuda eski prestijimi kaybetmiş bulunmaktaydım ve artık insanlar benden web sitesi yapmamı istemiyorlardı; gerçi pek fazla bir talep yoktu ama ayda yılda bir duyuyorduk yani... =D Bundan 2 yıl önce o tek tük gelen şeyleri de geri çeviriyordum veya siklemiyordum.


Bu sırada ayağıma güzel bir fırsat geldi. O da Kaş Aydın Haber... Kaş'ta yayınlanan haftalık bir gazete bu ve bir web sitesine ihtiyaçları varmış. Komşum olduğu için seve seve yapacağımı söyledim. Yaptım da. Tasarıma karşılık gazete reklamım yapılacaktı fakat henüz gerçekleşmedi bu. Gerçi şu an yapılmaması daha iyi. Sezon kapandığı için pek bir arayış ve talep olmayacaktır web tasarıma. O yüzden 4-5 ay sonra sağlam bir kaç reklam ile geri dönüşümü tamamiyle sabitlemiş olacağım. Umarım ben de bu işten para kazanabilirim =D.

Dimebag Darrell...


İsminde gitar geçen bir blog açıp, Dimebag Darrell gibi bir üstadı atlamak olmazdı. Bugün ölümünün 6. yılı. Bildiğiniz veya bilmediğiniz üzere, sahnede bir psikopat tarafından vurularak öldürülmüştü Dimebag reyiz. Çok şanssız ve talihsiz bir olay cidden. Dimebag'in nasıl bir üstad olduğuna daha önce değinmiştim başka bir yazımda, bu yüzden o konulara girmeyeceğim.

Saygıyla anıyorum kendisini. Ve hepinizi Floods'un solosunu dinlemeye davet ediyorum.

Gitar İnceleme'ye Dimebag Darrell özel logosu da yaptım. Tam süper oldu.

7 Aralık 2010 Salı

İnternet Sorunları


Sadece benim mi başıma geliyor acaba bu. Son 2 yıldır belirli aralıklarla internete bağlanamıyorum. Yaklaşık 6 ay önce evdeki tüm kablo tesisatını yenilemiş olmama rağmen bu durum yine de değişmedi. Dün gece saat 2:20 sularında siktir olup giden internet, sabah uyandığımda da yoktu. Her zaman ki gibi müşteri hizmetlerini aradım ve arıza kaydımı aldılar. Ancak henüz gelen giden olmadı. Gerçi şu an problem çözülmüş durumda. 2 tane ethernet kartım var, modem kablosunu diğer karta takınca internet geldi. Ne kadar acayip bir durum.

Hepsini geçtim, dün gece Pulp Fiction'ı izleyemedim internet gittiği için. Online olarak izliyorum filmi ve yarısına kadar gelmiştim. 5. parta geçtiğimde internet gitti ve bir daha da gelmedi. Film de orada kaldı. Bir bok anlamadım filmin oraya kadar ki kısmından. Sanırım devam edeceğim yinede. Umarım güzel şeyler olur filmin devamında.

6 Aralık 2010 Pazartesi

Film Geceleri Başlıyor


Supernatural izliyordum son iki aydır. Her gece en az bir bölüm izleyerek geçiriyordum. Bayağı bir gerideydim dizide ve bölümler hali hazırda beklediği için direkt indirip izliyordum. Ancak 2 hafta önce diziyi yakaladım ve artık haftada bir izleyebilirim haliyle. O yüzden bende, her gece bir film izlemeye karar verdim. IMDB’nin en iyiler sıralamasının başındaki film ile başlamak istedim buna. Yine o sıralamaya göre izlemeye devam etmeyi planlıyorum yeni filmler. Hoş oldu böylesi.

Sıralamanın ilk sırasındaki film The Shawshank Redemption’ı izledim dün gece. Cidden harika bir film. Olağanüstü beğendim. 10 üzerinden 10′luk bir film. Çok sağlam bir şey olmuş ki zaten listede birinci sırada olmasından anlayabiliyoruz bunu. Özgürlüğün değerini ve hapis hayatının zorluklarını bu filmden iyi hiçbir şey anlatamaz. Umut’un ne kadar önemli olduğunu… Bir çok şey anlatıyor da film, yazarak anlatılmıyor işte. İzlemeniz lazım.

IMDB’nin iki numarası Godfather. Onun ilk 30 dakikasını izleyip, sıkılmış ve bırakmıştım geçmişte. O yüzden onu atlayacağım. The Good, the Bad and the Ugly’yi izlemiştim daha önce. Pulp Fiction’ı ise bir türlü izlemeye fırsat bulamamıştım. HD kalitesinde online izleme olayı dayoktu falan, şimdi araştırdım var HD olarak. Bu gece onu izleyeceğim. Bakalım beğenecek miyim…

Son olarak Andy Reyiz’e saygılar. Çok büyük adamsın hocu.

5 Aralık 2010 Pazar

Evet...

Kişisel bir bloga ihtiyacım vardı diye düşünüyordum zaten uzun zamandır. Zaten varolan ve ara sıra yazmakta olduğum Şekerli Yoğurt blogu tamamiyle bana ait olmayan bir platform olduğu için orayı kişisel bir blog gibi kullanmak içime sinmiyordu. Bu yüzden böyle bir blog açmaya karar verdim.

Aslında ilk başta Şekerli Yoğurt'u komple kendi üzerime şekillendireyim falan diye düşündüm ama Enes kızar diye vazgeçtim. =D Neyse olsun bu da güzel. İsmimi domain olarak almayı düşündüm, o da pahalıya gelecekti şimdi. Hiç yoktan masraf çıkarmamak adına böyle yapmak en iyisiydi sanırım. Hem blogspot'un bir yıl sonra tekrar host domain parası vermek gibi bir derdi de yok. İlelebet yaşayacak bir blogun temeli atılmış durumda diyebiliriz.

9 Eylül 2010 Perşembe

Motosiklet Kazası Yapmak Vol. 2

Dikişlerim atıldıktan sonra hemen röntgen odasına götürüldüm ve komple bir taramadan geçirdiler; aslına bakarsanız götürüldüm diyemem çünkü ben iyi olduğuma o kadar inanıyordum ki kendim yürüyerek gittim =D. Her neyse uyumak istiyordum, sabah 7 olmuştu artık. Ama bu mümkün olmayacaktı elbette. Apar topar ambulans ile Fethiye’ye götürülmeme karar verdiler. Bindirdiler ambulansa. Bunu hep merak etmişimdir, ambulans içindeki acil hastaların durumu, içerideki o havayı. Direkt olarak görmüş oldum bu sayede. Çalan siren sesinin benim için çaldığını düşünmek bile tuhaftı aslında; ben o kadar kötü değilim ki diyordum hala…

Yol cidden çok çabuk geçti. Herif hızlı sürdüğünden olacak ki bir çırpıda geçti yol. Bayılmadığıma falan eminim, hep ayıktım. Hatta bir ara üşüdüğüm için üzerimi örtmelerini istedim yanımdakilerden.

Hastaneye geldik. Kapıdan tanıdım, Letoon’daydık =D. Geçtiğimiz yaz benzer bir motosiklet kazasından yara almadan kurtulduğumda diğer kaza zedeleri bu hastaneye getirmişlerdi; ben de onlarla beraberdim. Hatırladım hemen… Hastaneye girer girmez kusmak istedim. Yolda cidden fena oldu midem. Kustum, komple kandı. Öleceğimi düşünmeye bile başladım o an itibariyle. Tekrar kustum, tekrar kan vardı. Bunu gören doktorlar tabii iç kanamadan şüphelendiler ama öyle bir şey çıkmadı. Bir çok oda dolaştırdılar hastanede. Yapmadıkları test veya bu tarz şey kalmadı.

En sonunda odama gelebildim. Artık uyuyabileceğimi düşünüyordum ama ne mümkün… Uyumamam gerekiyormuş. Uyumadım. Zaten acıdan uyumak pek de mümkün olmuyordu. Serum bağlıydı. Ağrı kesici veriyorlardı direkt damardan. Ama ağrı kesiciler kesik ve sıyrıkların acısını almıyordu ki…

Doktorum geldi. Kafamda ufak bir çatlak olduğunu ama bir tedaviye gerek olmadığını söyledi. Zamanla iyileşirmiş. Onun akabinde kulak burun boğazcı geldi. Muayene etti. En son burnuma baktı, burnumu kontrol etmek için tuttu ve sıktı. “Kıt” dedi, oturdu kemik yerine =D. Akabinde hemen aşağıya götürülmemi söyledi. Götürdüler. Kontrol için götürdüklerini düşünüyordum ben; orada bir kız vardı. Güzel bir kızdı =D Sağlık Meslek Yüksekokulu öğrencisiydi sanırım, stajyer olduğu anlaşılıyordu. Acır gözlerle beni seyrediyordu. Niye buraya getirildiğimi sordum, bilmiyorum dedi. Birazdan öğrenecektim zaten ne için olduğunu. Doktor Efendi geldi, “daha bir sürü hasta var hadi çabuk olun” dedi. Işığı yaktı. Burnuma bir sprey sıktı, sprey direkt boğazıma indi. Hayvan gibi sıktı. Yok böyle bir şey. Hemen ardından da hiç vakit kaybetmeden, tamponu bastı. İki kaşımın arasından bir şeyin geçtiğini hissetmediysem şerefsizim. Yok böyle bir acı ya. Şu ana kadar yaşadığım en berbat şey. Gözümü bir kez açtım, onda da bir çubuk gördüm. Ben o çubuğu burnuma soktular zannediyordum ama meğer onu pamuğu içeriye tepmek için kullanıyorlarmış. Her neyse, tamponu yaptılar. Üst tarafa da alçıyı bastılar. Odama koyuldum tekrar.

O tampon 3 gün kalacak dedi doktor. İşgenceydi resmen. Çok kötüydü. Burundan nefes alamamak, koku alamamak. İçtiğim ve yediğim şeylerden tat alamıyordum. Resmen nefes almanın değerini anladım. 3 gün boyunca… Hiçbir şeye ağlamadım, ilk defa şu tampondan sonra ağladım. O derece berbattı. İşin kötü yanı, göz yaşlarım burnuma gidemiyordu çünkü tıkalıydı, üstten çıkıp akınca da direkt alçının altına doğru süzülüyordu. Çok garip bir şeydi. Burnuma sıktığı o spreyin tadı da ağzıma geliyordu. Bu tampon kadar boktan bir şey görmedim ben ya. Cidden… 3 gün sonra çıkartırken biraz acıdı ama o an mükemmeldi. Tekrar nefes alabiliyordum, nefesi burundan almak daha lezzetli.

Ben hala hiçbir şeyimin olmadığını düşünmeye devam ediyordum. İlk pansuman zamanım geldiğinde aslında o kadar da iyi olmadığımı anladım. Resmen ceset olmuşum. Her yerden yara veya dikiş çıkıyordu. Yaralar henüz kabuk bağlamadığı için pansuman ciddi anlamda işgenceydi. Çok acıyordu ya. Öyle böyle değil. Bir de bez ile kremleri sürmek varken şerefsiz hemşire çubuk ile sürüyordu. Acıyor diyordum ama dinlemiyordu. Kazırcasına sürüyordu kremi. Şerefsiz karı.

Hastanede geçirdiğim ikinci gün aynaya bakmaya karar verdim. Etrafımdaki herkes hiçbir şeyim olmadığını söylüyolardı, ben de inanıyordum. Gittim aynaya. Bu ben değildim. Yüzümün sağ tarafı komple yaraydı. Saçımın bir kısmı kesilmişti ve dikişler görünüyordu. Alnımda 2 dikiş vardı kocaman. Sağ kaşımın üstü ve sol yanağım şişmişti. Resmen yüzümün şekli değişmişti. Ve bir de alçı vardı burnumda.

Sağ omzum paramparçaydı. Kolumda da 5 dikiş vardı. Kaldıramıyordum sağ kolumu. Sol bileğimde de tam eklem yerinde büyük bir yara vardı; geceleri uykumu zehir ediyordu o yara. Dizlerim paramparçaydı, karnımda da dikişler vardı.

Kazaya inanmak, bunu kabullenmek 3 günümü aldı. Hastanenin yatağı biraz ufaktı, ayağım değiyordu bitiş noktasına. 3 gün boyunca sürekli orayı tekmeledim sinirden. Hareket edince en az acı duyduğum yer sol bacağımdı, onu kullanıyordum…

26 Ağustos 2010 Perşembe

Frankenstein (1931)



Son dönemde siyah-beyaz filmlere ilgi duymaya başladım. Aslında ilgi demek doğru mu tam olarak bilmiyorum, meraktan izlemeye başladım. İlk olarak The Gold Rush’ı seyrettim. Ardından da bu filmi.
Dünyanın ilk korku filmlerinden biri olarak kabul edilen bir filmden bahsediyoruz. Öyle bir film ki, daha önce bu türde çok az film çekildiği için olsa gerek filme başlamadan önce ufak bir uyarı sizi karşılıyor; “Aman korkabilirsiniz, dikkat edin… Ben şimdiden söylemiş olayım” tarzında bir şey bu.

Frankenstein ismi genellikle filmde ve kitapta olayın odak noktası olan canavarın ismi sanılıyor fakat öyle değil. Dr. Henry Frankenstein’ın hikayesi anlatılıyor aslında bu filmde.

Dr. Henry Frankenstein varoluşun sırrını çözmek adına bir takım deneyler ve çalışmalar yapmaktadır. Bu bağlamda ilk olarak Tanrı ve onun varlıklara verdiği can üzerine yoğunlaşmaya başlar. Ardından kendi elleriyle yaptığı bir yaratığa, can vermesi ile olaylar başlamış olur. Kendi elleriyle yaptığı derken, gerçek anlamda öyle. Mezarlardan çaldığı cesetleri birleştirerek kendi elleriyle yeni bir vücut yaratıyor doktorumuz. Geçmişte çalışmakta olduğu Üniversite’den de bir beyin çaldırıyor asistanına ve o beyni de bu vücuda monte ediyor. Olayları sarpa sardıran şey ise tam olarak burada ortaya çıkıyor. Üniversitede iki farklı beyin örneği var, biri normal bir insana ait, diğer ise bir suçluya ait. Gayet sıradan ve vasıfsız olan asistanımız, normal beyni alıyor ilk önce ama onu yere düşürüyor ve vazosu kırılıyor; bunun üzerine normal olmayan beyni alıp gitmek zorunda kalıyor. Tabii bu durumdan haberi yok Dr. Henry Frankenstein’in.






Tam olarak nasıl bir teknik ile o yaratığa can verdiği filmde verilmemiş. Yıldırımla ve elektrikle alakalı bir şeyler yapılıyor fakat ne olduğu anlaşılmıyor. Veya ben anlayamadım… Canavar ilk başlarda sakin ve uslu bir görüntü çizmiş olsa da, doktorun asistanı tarafından kendisine ateş ile işgence edilmesi sonucu agresif ve yabani bir canavara dönüşüveriyor hatta o asistanı da bir güzel öldürüyor.

Dr. Henry Frankenstein, bu yaratıktan oldukça umutlu olmasına karşın gittikçe bu ümidini yitiriyor ve en sonunda da onu terkediyor. Aslında terketme olayının sebebi, doktorumuzun evlenecek olması. Evlilik için çalışmalarını sürdürdüğü kuleden, evine geri dönüyor. Dönmeden önce de canavara zehir veriyorlar, eski hocası tam adını hatırlayamadığım bir zat ile birlikte.




Fakat bu zehir işe yaramıyor. Ardından tekrar canlanan canavar, köyden indim şehire stayla; iniyor kuleden kasabaya… İner inmez de bir çocuğun ölümüne neden oluyor. Ardından yaratıcısı Dr. Henry Frankenstein’in evine bir baskın düzenliyor fakat orada ölümlük bir vukuatı olmuyor. Bu olayların üzerine kasaba halkı ayaklanıyor ve canavarı aramaya başlıyorlar.

Arama takımının içinde Dr. Henry Frankenstein da var. Canavar onu yakalıyor ve yaratıldığı yer olan kuleye götürüyor. Kulede kendine gelen doktor, ufak çaplı bir dövüş yaşıyor canavarla  fakat canavar güçlü haliyle ve kaybediyor doktor. Kaybetmesi aslında onun kurtuluşu oluyor; çünkü canavar onu kuleden aşağıya atıyor.  Doktor sağ kurtuluyor bu düşüşten ve hemen kasaba halkı tarafından götürülüyor evine. Akabinde kule yakılıyor, canavar da içinde yanıyor ve film bitiyor.



Aslında kısa bir film olmuş bana göre. Giriş, gelişme ve sonuç; yok. Giriş ve sonuç var sanki sadece. Onun haricinde pek korku dolu anlar da yaşatmıyor. Filmin açılış sahnesi mezarlıkta geçiyor, siyah-beyaz olmasının da etkisiyle hafif bir tırsaklık oluyor fakat filmin olağan hali olduğu anlaşılınca da, artık bu duruma alışmış oluyorsunuz. Türünün ilk örneklerinden olduğu için olsa gerek çekildiği dönemde insanları ürkütmüş olabileceğini düşünüyorum. Ama bize pek etki etmiyor.

15 Ağustos 2010 Pazar

Natalie Portman


Blogta karı kız muhabbeti yapmak gibi bir huyum yoktur aslında ama bu hatun cidden hakediyor burada yer almayı (Evet, muhtemelen onun için de büyük bir şereftir).

V For Vendetta’daki hallerini pek fazla tutmuş olmasa da Star Wars’taki hallerine aşık oldum bu karının. Taş resmen ya… Aslında bu yazının başlığını Natalie Portman değil de Padme Amidala yapmam gerekirdi belki de. Neyse sorun değil, her ikisi de aynı kapıya çıkıyor nasıl olsa. Bu kadar…

Bu arada bizim Enes, bu hatunun kısa saçlı hallerine ölüyor. Öyle de güzel aslında…

10 Ağustos 2010 Salı

Sigara Paketlerinde Tanıdık Bir Yüz

Sonunda ünlü oldum arkadaşlar. Bir adet üstsüz fotoğrafım an itibariyle sigara paketlerinin üzerinde yer almakta. Bir nevi manken oldum diyebiliriz artık sanırım. Devamı gelir umarım.



Fotoğrafın altında yazan uyarıyı dikkate almayın, o tamamiyle temsili bir yazıdır; cinsel iktidarsızlık nedir bilmiyorum. Taş gibiyim.

Motosiklet Kazası Yapmak Vol. 1

Tam bir ay oldu. Evet, bugün tam bir ay. Çabuk toparladım cidden kendimi. Çok kötüydü. Hayatımda daha önce ölüme hiç bu kadar yaklaşmamıştım, hatta yakınından bile geçmemiştim desem yanlış olmaz. İlerleyen zamanlarda, kötü de olsa bu olayı detaylarıyla hatırlamak adına bugün uzun zamandır planladığım bu yazıyı ve hatta belki de yazı dizisini yazmaya başlıyorum. Anlatacağım sadece neler olduğunu.

Arkadaşlarla uzun zaman sonra dışarıya çıkmıştım. Bara gidecektik. Çıktık dışarı, 35′lik bir vodka aldık 4 kişi içtik. Sonra bir bara girdik. Beğenmedik çıktık. “Kalkan Barlarını görün siz, bu saatlerde bar tezgahının üstünde kızlar dans ediyordur” dedim. Keşke bunu hiç söylemeseydim. O an itibariyle Kalkan’a gitme fikri ortaya atıldı. Ben gitmeye gönüllü değildim pek, zaten tavırlarımdan da anlamıştı ortamda bulunan bir şahıs. “Yol kesiktir Kalkan’da” dedim. Yalan söyledim aslında, daha önce sadece 1 kez görmüştü orada yolun kesik olduğunu. “Sende ehliyet var, önden gidersin; varsa polis döneriz” dediler. Tamam demek mecburiyetinde kaldım. Çıktık yola 2 motor. Diğer arkadaş, benzinim az dedi. Petrole gittik, kapalıydı petroller. Depodaki benzine güvenip, çıktık yola. 30 km yolumuz vardı.

İkamet ettiğim ilçenin, kendisinden daha küçük olan Kalkan beldesine gidiyorduk. Gece saat 1:30 civarı vardık oraya. Bara gittik. Eğlenmeye. Dans etmeye. Eğlendik. Dans ettik. İçtik. Sarhoş olduğumuzu düşünmüyorum ama güzeldi kafalar; çakır keyifti. Saat 3:40 sularında bardan çıktık ve eve döneceğiz.

Atladık motorlara dönüyoruz. Kaş’a yaklaşık 6 km kalmıştı. Yol üzerinde bir köy var, diğer motorlu arkadaş o yoldan girelim dedi. Nedense artık… Tamam dedim. Yokuş aşağı giderken, sola doğru 5 metre genişliğinde bir yol var; oradan giriyoruz o bahsettiğim yere. O yol, yokuş aşağı iniyor olmamızın aksine, biraz dik bir yol. Neyse. Alkolün de gazıyla, abandım gaza ben. 60-70 km civarı bir hızımız olması lazım. Sinyali verdim, giriyorum. Hızlıyız. Ne olduğunu anlamadım, pat küt bir şeyler oldu. Cidden kaza anını hiç hatırlamıyorum. Taş sesleri geldi, motorun bir yere çarptığını hissettim. Ve zaten sonra yerdeydim.

Ağzımda kan vardı. İlk farkettiğim şey o oldu zaten. 3-4 kez tükürdüm yattığım yerde yana doğru. Bu sırada bizim arkadaşlar beni kaldırmaya falan çabalıyorlardı. Ambulans çağıralım diyordu bir tanesi. Ben pek bir şeyimin olmadığını düşünüyodum, kazanın sıcaklığı ile. Dedim diğer motorlu arkadaşa, “beni sen götür”; onlar da ne yapacaklarını pek bilmiyorlardı zaten ve “itfaiye çağıralım” diyen bile oldu. Neyse bindik motora. Yüzüm kanlar içinde, arada bir gözümü açıyorum ama gücüm yok açık tutmaya. Kafamdan aşırı derece fazla kan geldiğini gören arkadaşım, motoru sürerken üzerindeki gömleği çıkarttı kafama doladı. 5 km kadar motorla gittikten sonra hastaneye vardık.

Ben hala pek bir şeyimin olmadığını düşünüyordum. Ta ki acil servisteki sedyeye yatana kadar. Gözümü açmıyordum. Tamamiyle bıraktım kendimi, artık ne yapacaklarsa yapsınlar diye. Zaten başka ne yapabilirdim ki. Üzerimde ışık tutan bir alet vardı yüzüme, Metallica – One’ın klibinde gibi hissettim kendimi niyeyse. Neyse, çok geçmeden doktorlar harekete geçti. Gerçi bir doktor vardı bir hemşire vardı.

Diyaloglarını dinlemek acayip keyifliydi. “Off çok kötü burası”, “buraya da dikiş lazım”, “kafa çok kötü” falan gibi şeyler söylüyolardı. İki yandan dikmeye başladılar. Öyle bir şey ki, iğneyi basıyorlar, dikiyolar. İğneleri hissediyorum sadece. Gözlerim zaten açık değil. Arada bir açtığımda da iğne veya dikiş görüyordum doktorun elinde.

Saçlarımı kesmemeleri için yalvardım. Ama dinlemediler. Kestiler. Şu an baktığımda aslında pek de fazla kesmesine gerek olmadığına karar verdim, biraz fazlaca kesmiş hemşire. Neyse. Dikişleri atarken konuşuyolardı yine. Doktor, hemşireye “aferin kızım güzel diktin” falan diyodu sürekli. Cidden de iyi dikmiş şu an bakıyorum da. Sadece burnuma attığı dikişte bir düzensizlik olmuş, onun hariciden başarılı dikişler.

Dikişleri bitirdikten sonra t-shirtümü kaldırdıklarında karnımda da kocaman bir yarık gördüler. Oraya da bastılar iğneyi ve diktiler. Dikişler nihayet tamamlanmıştı. Tek bir dikiş izi olmayan yüzüme 8, kafama 6, sağ koluma 5, karnıma 4 dikiş atıldı. Bu dikişlerin sayısını dikişler alınırken saydım, hastaneden çıkarken hemşireye sorduğumda saymadığını söylemişti. En son dikişler karnıma atılmıştı. Onların hemen akabinde, tetenoz aşısı yaptı yine karnımı hemşire. O biraz acıttı.

Kafama atılan dikişler acayip hissettirdi. Zaten dağılmış bir şekilde kafam, şu an bakınca bile garip oluyorum. İyileşmiş halini görünce bile yani. Bir de açıkken nasıldı acaba falan diyorum. Gerçi belli nasıl olduğu. Hemşire bir dikiş atıyordu, ardından bastıyodu ve vıcık vıcık kanın gelip gittiğini o bölgede hissediyordum. Ardından dikişinin yetersiz olduğunu anlıyordum çünkü kan çıkıyodu hala ordan. Ve ardından bir dikiş daha atıyolardı.

Kan kaybının titremeye yol açması durumu bana hep garip gelirdi. Ama bunu canlı canlı kendim yaşayınca cidden böyle bir durumun olduğuna tatmin oldum. Bu yaz sıcağında titremek. Üşüme hissini yaşamak. Üzerime bir şey örtün diyordum, örttükten sonra kaldırın diyordum. Yaralarım acıyordu çünkü. Öyle bir şey.

Dikişler atılırken ve tedavim sürerken bir yandan da konuşuyordu doktor benimle. Sorular soruyordu. Ne oldu falan diye. Anlatıyodum ben de her şeyi. İsmimi sorduğunda ehliyetimi ve kimliğimi içinde bulunduran cüzdanımı doktora verdim. Bu sırada alkol muayenesi için Jandarma Trafik geldi. Üfledim. Sınırı aşmışım. Ehliyeti aldılar götürdüler. Kimlik kaldı.

Giriş olarak bu kadar yeter sanırım. Acil servisten çıktıktan sonra neler yaşandığını, bundan sonraki yazıda anlatacağım.

Devamı için tıklayınız.

5 Ağustos 2010 Perşembe

Faili Meçhul Kıyak


Antalya Kaş’ta, limanda 4 arkadaş gezmekteyiz. Kaş yat limanı oldukça hoştur, oturmak falan acayip güzeldir oralara. her neyse, yürüyoruz, bir fotoğraf makinesi bulduk. Kabının içinde 20 tl vardı. Fotoğraflara baktık belki sahibini tanıyoruzdur falan diye ama yok. Polise verelim dedik. Emniyete götürmemizi söylediler.

Gittik emniyete. Memur bey tutanak tutmaya başladı, makineyi bizden aldıklarına dair. Bu sırada aklımıza, faili meçhul kıyak geldi. Oradaki abiden rica ettik, hemen fikiratolyesi.com’a girip, a4 kağıda bastık kartları. Bir tanesini kesip, fotoğraf makinesi kabının içine koyduk. bu sırada tutanak tamamlandı. Biz çıkarken, makinenin sahibinin makineyi almaya geldiği bildirildi memur bey’e.

Faili meçhul kıyak olayının bir güzelliği de şahsın o kartı okurken ki yüz ifadesini görebilmek bildiğiniz gibi. Bu yüzden gittik 100 metre ilerideki banklara oturduk. Bu sırada 4 kişilik bir grup girdi emniyete. anladık onlar olduğunu. Memur bey bizi çağırdı, pencereden bakıp dönelim dedik ama ele vermişler bizi orada.

4 kişilik bir gruptular ve yarın gideceklermiş. Kartı okuyunca bir numara falan olmasını beklerken, faili meçhul kıyak yazısını okuyunca acayip şaşırmışlar ve mutlu olmuşlar. Bize bir şeyler ısmarlamayı ve biraz da muhabbet etmeyi teklif ettiler. Kırmadık, zaten öğrenci insanız para pul yok; seve seve gittik hatta.

Bara oturduk. Sohbet ettik. evli bir çifttiler. İngiltere’ye okumak amaçlı gitme durumumuz olursa veya İstanbul’a yolumuz düşerse kesinlikle onu aramamızı istedi bu gruptan bir abi. Hatta numarasını falan verdi. Acayip hoş oldu.

Bu sırada bizim eskişehir’de okuma durumları var. Bir yandan çalışıp part time, bir yandan da okuma düşüncesinde olan bir arkadaşımız da var. Bu arkadaş için de acayip bir şans oldu bu. çünkü Electro World mağazalarının türkiye genel müdüresi karşımızda duruyordu. Evet. Eskişehir’de şubeleri yokmuş ancak Teknosa ile olan bağlantılarını kullanıp, haftanın 3 günü iyi bir paraya bizleri işe alabileceğini ve her türlü kolaylığı sağlayacağını söyledi. Ardından da numarasını verdi.

Bu nasıl bir şanstır. Bu nasıl bir güzelliktir. Süper cidden.

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Saçlarımı Kestirdim

Evet sevgili Şekerli Yoğurt okurları. Gerçi var mı ki öyle bir topluluk? Neyse…

Yaklaşık 14 aydır kestirmediğim saçlarımı bugün kestirmiş bulunuyorum. Saçlarımın ciddi anlamda acayip iğrenç bir hal almasının ardından, etraftan gelen tepkiler ışığında saçlarımı kestirmeye karar vermiştim, anlayacağınız üzere bugün kararımı uyguladım.

Bizim bir arkadaşın saçlarını berber bok etmişti ve 3 numaraya vurdurmak zorunda kalmıştı. O yüzden ben berbere değil kadın kuaförüne gitmeye karar verdim. Bunun neticesinde dün bir kadın kuaförüne gittim ve oradaki şahıs tarafından garipsendim. 40 dk sonra gel dedi bana… Gitmedim.

Bugün saç kesme elemanının erkek olduğu bir kuaföre gittim. Herif garip karşılamadı. Oturdum koltuğa. Her yerinden eşit şekilde 2-3 cm kısaltmasını söyledim. Öyle de yaptı. Ayrıca saçlarım çok sığ bir yapıya sahipmiş o yüzden ara makas vari bir şey de yaptı. Şu an saçlarım acayip rahat.

Fakat annem pek beğenmedi saçlarımın kesilmiş halini. “Hiç kesilmemiş bu” dedi. Tekrar kuaföre gittik. Bir güzel tekrar kesti herif. Bu kez cidden kısaldı. Aynaya bakınca iyi mi ettim kötü mü ettim diye düşünüyorum. Karar veremedim henüz. Eski hali daha iyiydi sanki… Ama sorun değil, kökü bende nasıl olsa.

4 Temmuz 2010 Pazar

Kaputaş’ta Denize Çakılmak


Bugün denize gittik. Kaputaş’ı biliyor musunuz bilmiyorum. Üstte fotoğrafı var. Kaş’a yaklaşık 20 km uzaklıkta, Kalkan ile Kaş arasında tamamiyle doğal bir plaj. 1-1,5 metrelik dalgaları ve neredeyse tamamı kum olan bir plaj, ben çok seviyorum.

Ama bugün başıma talihsiz bir olay geldi =D. Evet, arkadaşlar ile toplandık ve Kaputaş’ a gitmeye karar verdik. Bindik motosikletlere, gittik plaja. İndik yüzüyoruz. “Birdirbir” isimli oyunu bilirsiniz. Plajda dalgalara karşı bu oyunu oynamaya karar verdik. Deniz orada bir anda derinleşiyor. İlk önce ben yattım, arkadaş üzerimden atladı. Daha sonra ben atladım. Sonra o atladı. Sonra tekrar ben atlayacaktım. Bu kez ellerimi kullanmadan direkt olarak üzerinden atlayayım dedim. Ona da tam denizin derinleştiği yerin sınırında durmasını söyledim. Böylece üzerinden atlayınca direkt derin sulara dalış yapacaktım fakat öyle olmadı. Sınıra durmamış bizim arkadaş.

Koştum, zıpladım ve uçtum. Denizden koşarak atladığımız için pek yükseklemedim haliyle ama yine de arkadaşın üzerinden uçmayı başardım. Uçtum ve balıklama denize girdim. Daha doğrusu yere çakıldım. Yüz üstü =D.

Denizden çıktığımda yüzümde ufak çizikler vardı ve kanıyorlardı. Sağ omzumda da yine çizikler vardı. Havlu ile bastırdım falan kanama durdu. Sanki savaştan çıkmış gibi bir hal aldı yüzüm. Trajikomik oldu bayağı.

Tekrar denize girmek için yöneldiğimde, benim çakıldığımı gören biri geldi ve sordu bir şeyimin olup olmadığını. Yok bir şey dedim, “öyle atlanır mı abicim, nasıl çakıldın öyle ayakların havada kaldı” dedi. =D Cidden sağlam çakılmışım. Bravo bana. Allahtan gebermedim.

2 Temmuz 2010 Cuma

Fight Club


Meşgale olsun diye yeni bir şeyler yapmaya karar verdiğim anda Diyabakırlı dostum Enes sağolsun Şekerli YOğurt’u hatırlattı. Ben de yeni bir başlangıç yapmak için bu blog adına; bir şeyler yazmak istedim. Eskisi gibi yazmaktan tat almıyorum gerçi ama deneyeceğim. Belki tekrar eski şevkim gelir.

Ben Fight Club’ı izlememiştim, ta ki düne kadar. Aslında Reservoir Dogs’u izleyecektim. Bundan 2 yıl evvel çalışmış olduğum bir CD Center var. Orada yakın bir arkadaşım çalışmakta şu an, bu sayede tüm filmleri beleşe alıp izleyebiliyorum. Son çıkan filmler çoğu zaman “acaba iyi midir lan bu” düşüncesi yaratıyor kafamda. O yüzden daha çok “kült” filmlere yönelmeyi tercih ediyorum. O yüzden Reservoir Dogs ve Fight Club’tan birini almaya karar verdim. Fakat bir seçim yapmam gerekiyordu, arkadaş aynı anda ikisini birden vermiyor. Neyse, Reservoir Dogs’u aldım, geldim eve.

Saat 00:00′ı gösterdiğinde, Enes’le konuşmaktaydım. Netinin kesileceğinden bahsediyordu ama kesildiği falan yoktu. Niye bu kadar detaya iniyorsam şu an… Neyse… “Lan sen kafayı mı yedin, o film güzel değil ki; keşke Fight Club’ı alsaydın” dedi. Bende “olur bro alırız, yeter ki sen iste” dedim ve atladım motosiklete, gittim aldım geldim filmi gece yarısı. Söylemesi ayıp “ehliyetim” var. ;)

Enes öve öve bitiremedi filmi, o yüzden kalktım gece yarısı gittim filmi aldım. Beklentim bayağı bir büyüktü. O kadar büyüktü ki… Filmin yarısında sıkıldım ve kapattım.

Ertesi gün devam ettim. Zaten filmin tek olayı, Tyler Durden’in hiç olmayan hayali bir karakter olması imiş. Bunun ortaya çıktığı zaman millet ona hayran kalıyormuş anlaşılan ama bende bir “vay aq” tepkisi bile yaratmadı.

Bu kadar işte… Sevmedim ben Fight Club’ı. Dağılın, eğer varsanız.

11 Nisan 2010 Pazar

YGS 2010...

Bu sene ÖSS’yi iki bölüme ayırdılar ve ÖSS ismi tamamiyle ortadan kalktı. YGS ve LYS olarak isimlendirilen iki sınav var artık. Bu sınavların özelliklerine değinmeyeceğim, ben direkt YGS 2010 serüvenimi anlatacağım.

Benim bulunduğum ilçe (Kaş) sınav merkezi değil. Bu yüzden farklı bir il veya sınav merkezi ile bir ilçede sınava girmemiz gerekiyor. Genellikle tercihler Antalya Merkez veya Fethiye oluyor. Ben Ehliyet içinde defalarca kez yolumun düştüğü Fethiye’yi seçtim.

Sınav Pazar günü saat 10:00′da başlayacağı için Fethiye’ye bir gün önceden gidip, halamlarda kalmam gerekiyordu. Bu yüzden Cumartesi günü 11′de yola çıkmayı kararlaştırdık arkadaşla. Sabah kalktım hazırlandım; çantamı hazırladım. Havalar son günlerde bir hayli sıcak olduğu için yanıma pantolon alma gereği duymadım, sadece uyumak için giymeyi planladığım bir adet eşofman vardı uzun alt giyisisi olarak. Bunun yanında sınavda giymeyi planladığım gri sweet’imi bir gün önceden yıkatmıştım anneme fakat sweet kurumamış. Uyuz oldum bu duruma bayağı bir ama sonradan sinirimi yendim ve başka bir sweet giyip çıktım yola.

Yolculuk güzel geçti, zaten 2 saat 15 dakika sürüyor; müzikle ve arkadaşla geçirdim yolu. Ardından Otogar’a geldik. Arkadaşın arkadaşı gelecek, onu bekliyoruz. Yaklaşık 30 dakikalık bir bekleyişin ardından “skeyim böyle arkadaşı” diyip bastık gidiyoruz. Arkadaşın içi rahat etmemiş, dönüp bir daha bakalım dedi, döndük; ibneler oradaydı. Onlarla kısa bir görüşmenin ardından, yanlarından ayrıldık.

Ayrılmadan önce konuşulan konu halı sahaydı. Halı saha ayarlamışlar. Herif sınava geliyor Fethiye’ye, sınavdan bir gün önce halı saha ayarlıyor. Olacak iş değil. 7-8 yapacaklarmış maçı, kadroda bende varım. Ama ben Fethiye Merkez’de değil Fethiye Kemer’de kalacağım ve erkenden oraya gitmem gerektiği için maça kalamadım. Sağlık olsun.

Yemek yedik, ardından arkadaşın bir başka arkadaşı geldi. Emo kılıklı ve kro aksanı vardı. Çift şeritli faulden aşağıya inen sakalı vardı. Çok ilginçti. Onunla takıldık 2 saat kadar. Apartman gibi bir yere soktu bizi, en üst kata çıktık ve bir bilardo salonu ile karşılaştık. Çok boktan bir yerdi. Ordan çıkıp, dışarda gezdik. Limana falan gittik. Aşıklar tepesi denen bir yer var, orada bir herif saksafon çalıyordu. Ses ciddi anlamda neredeyse tüm Fethiye’de duyulabiliyordu…

Biraz daha oralarda takıldıktan sonra dolmuşuma binip, Kemer’e gittim. Hava bir açılıyordu bir kapanıyordu. Şort üstü sweet ile geziyordum ve bazen cidden soğuk oluyordu hava. Ertesi gün saat 7:30′da uyandım. Hava yağmurluydu. Yanıma pantolon almamıştım dediğim gibi. Yatmak için aldığım eşofman da o kadar inceydi ki, halam o eşofmanla yatırmadı beni kendi başka kalın bir eşofman verdi. Ama hava yağmurluydu, sabah sike sike giydim o eşofmanı. Götüm dondu yemin ediyorum ya, buz gibiydi hava…

Okula geldim. Çantayla almıyordu ibneler. 3 tane cep telefonu vardı o gün yanımda, babam vermişti bir tanesini fazladan kontörü var diye. Kantine bıraktım çantaları, her bir telefon için de bir lira ücret alıyorlardı =D. Karlı bir olaymış cidden.

Neyse… Sınav cidden bayağı bir basitti. Muhtemelen yardıra yardıra geçerim barajı. Ama tabii üst düzey bir performans ile de karşılaşmayacağım kesin. Bu yıl en kötü ihtimalle iyi bir Yüksekokul’a girerim diye tahmin ediyorum.

5 Nisan 2010 Pazartesi

Kurt Cobain


Bilmeyen yoktur diye tahmin ediyorum. Nirvana grubunun vokal ve gitaristi. Bugün ölümünün 16. yıl dönümü, o yüzden bu saygı ve sevgi yazısını yazma gereği duyuyorum.

Aslında Kurt Cobain’e olağanüstü bir hayranlığım yoktur. Çok basit müzik yapmasına rağmen yeni bir akımın başlamasına sebep olduğu için ciddi anlamda saygı duyulası biri.

Bunun haricinde pek de kayda değer bir şeyi yok, zaten uyuşturucu nedeniyle erken gitti dünyadan. Kendisi için Cliff Burton’a yaptığım için kendis ile özdeşleşmiş bir parça çaldım evimde; bir de buraya bu yazıyı yazdım. Daha ne yapayım? Huzur içinde yatsın.


Nirvana_-_Smells_Like_Teen_Spirit
Yükleyen karapatik. - Yüksek çözünürlüklü video keyfini yaşayın!

12 Mart 2010 Cuma

Epic Fail İlişki #2

Yoğun talep üzerine, bundan yaklaşık 1,5 ay kadar önce kaleme aldığım Epic Fail İlişki isimli yazımı, yazı dizisi haline getirmeye karar verdim.

Aslına bakarsanız ilk zamanlardaki kadar fazla sorunla karşılaşmamamıza rağmen yine de birikti bir kaç bir şey. Bunları yazmak büyük bir keyif olacak sanırım, cidden çok acayip şeyler oldu. Neyse, başlayalım, ancak başlamadan ilk yazıya göz atmanız önerilir…

Öneri: Epic Fail İlişki

Epic Fail 16: İbne Sürücü
Yolda yürümekteyiz. Yanyana gidiyoruz, caddenin en sağındayız ve kaldırım falan da yok. Direkt olarak yola sıfır bir şekilde gitmekteyiz. Ufak bir ilçedeyiz bildiğiniz üzere, o yüzden fazla araba geçmez, rahat rahat yürüyoruz; ki zaten araba gelse ne olacak… Diye düşünürken başımıza gelen tam bir faciaydı. Beni tanıyan, benden bir yaş büyük olan bir şahıs, arkadan hızlı bir şekilde gelip, arabayı ilginç bir manevra ile üzerimize sürüp, ardından yoluna devam etti, tabi ben baya bir şaşırdım, orada bile rahat yürüyemeyeceğimizi, çok uç bir olayla anlamış oldum. Bunu yaparken allahtan olayı sadece ben gördüm, kız arkadaşım görmedi. Bu olay sırasında sürücü şahsın yüzündeki ibnece tebessümü görmek istemezsiniz…

Epic Fail 17: Motorlu Züppeler
Gidiyoruz yine yolda. Yol üzerinde Likya Dönemine ait bir mezar bulunmakta. O mezara çıkmaya karar veriyoruz ve merdivenlere yöneliyoruz. Bu sırada yoldan geçen 2 motorlu şahıs ki bunlardan birisi benim arkadaşım diyebileceğim bir insan, korna çalarak ve “aferin aferin” diyerek geçtiler gittiler. Bense şaşkın gözlerle baktım sadece, ve gülüp geçtim. Sağolun arkadaşlar, harikasınız.

Epic Fail 18: Balıkçılar
Biz, sahil diyebileceğimiz bir noktada takılıyoruz genellikle. Bir helikopter pisti var, merdivenler var ve oralarda balık tutan insanlar oluyor. Bizde o merdivenlerde oturuyoruz. Nedendir bilinmez, biz oradayken balıkçıların en işlek mekanı orası haline geliyor. Her on-yirmi dakikada bir gelen balıkçılar sayesinde… Neyse… Allahın belaları.

Epic Fail 19: Çişim Geldi Yaa
Bu balıkçıların hışmından kurtulmak üzeredeydik. Balıkçı son kez geçeceğini söyledi ve aşağıya indi, biz de tekrar gelecek nasılsa diye oturmadık. Bu sırada ben ayaktayken, eski bir sınıf arkadaşımı gördüm mekanda gezinen, göz göze geldik falan devam etti o. Neyse, biz de oturduk. Ardından o arkadaş, yanındaki şahısla sesli sesli konuşuyor. “Çişim geldi yaa, şu aşağıya işesem mi acaba?”… Bizim üstümüze işeme planı yapıyor yani. Allahın belası.

Epic Fail 20: Köpek
Bizim üstümüze işeme planları yapan şahıs bundan vazgeçtikten sonra boş durmaya niyetli değildi. Bu sırada biz de kalkmaya karar verdik. Yukardan köpek sesleri geliyor falan… Kalktım ayağa ben, ayağımın dibine bir sopa düştü. Ne olduğunu anlamadım. Meğer o sopayı bizim yanımıza atarak, köpeği yanımıza göndermeye çalışıyomuş. Çakal herif.

Epic Fail 21: Başka Yer Mi Bulamadın?
Babam son dönemde balıklara sardı, balık tutma tutkusu oluştu adamda. Her neyse, az önce bahsettiğim arkadaşın hışmından sonra mekandan gidiyoruz. Arkadaş bana diyor ki, baban şurada balık tutuyor. Hadi ya falan dedim =D. Evet evet dedi ve babama bağırmaya başladı, “Kadir Abiii!!! Senin oğlan burda”. Ulan amına koyim senin… Baba sen de hiç başka yer mi bulamadın?

Epic Fail 22: Halimiz Duman
Neyse, biz yolumuza devam ettik. Ama allahın belası peşimizi bırakır mı? Arkadaşı ile bindiler motosiklete, bizi takip ediyolar, benim eski sınıf arkadaşım ibne de bağıra bağıra “Duman – Halimiz Duman” ı söylüyor. Kız “nasıl arkadaşların var senin böyle” dedi. Haklı ama ben ne yapayım, bende ilk defa böylesini görüyorum.

Epic Fail 23: Kertenkele
Ben hayatımda böyle bir şey görmedim. Oturduğumuz yerde, genellikle karşımızdaki agacımsı bitkiye kuşlar konuyor, onları seyrediyoruz. Ama bu kez başka bir şeyi seyrettik. Evet, bir kertenkele, hem de kocaman. Yemin ediyorum elimden dirseğime kadar vardı boyu. Ben gördüm ilk, kız arkadaşım görmedi. Benim yılan fobim var; kertenkeleyi görünce hemen bir panikledim, bir de kocaman olunca acayip oldum “allah” dedim. Anlatıyorum kocamandı diye, gülüyor bana. Allahtan tekrar geçti önümüzden de, göt olmaktan kurtuldum, cidden kocamandı. Bir tedirginlik aldı beni o günden sonra, ya arkamızdan gelse bir yılan… Bayılır kalırım vallahi.

Epic Fail 24: Atın Ölümü Arpadan Olsun
Oturuyoruz. O grip olmuş, çok da fena olmuş. Sesi falan gitmiş, acayip olmuş. Öpme istersen, gribim ben sana da bulaşmasın, dedi. Atın ölümü arpadan olsun dedim, devam ettim. Ertesi gün grip oldum. Hala da bu gribi çekiyorum. Hemde çok şiddetli, burnum falan durmuyor ya 4 gündür.

Epic Fail 25: N’oldu?
Grip olduğumu söylemiştim. Aslında ilk olarak pek kötü değildi ama sonradan çok fena oldu. Burnum tıkalı geziyodum ortalıkta. Neyse buluştuk biz yine. Öpüyorum, öpüyor. Ama bir sorun var. Ben nefes alamıyorum yaa… Evet, gribim ve burnum tıkalı. Bir süre devam edebildikten sonra durdum. N’oldu dedi. Burnum tıkalı diyemedim. Gribim ama yaa, ben ne yapabilirim ki.

Epic Fail 26: 22:27
Kız arkadaşım yani sevgilim yani o; düzenli olarak, haftada 2 veya 3 kez gece uyuyakalır. Bu ilk zamanlar geç saatlerde meydana gelirken, son zamanlarda uyuyakalma saati bir hayli düştü. Son olarak 22:27′de uyuyakalarak yepyeni bir dünya rekoruna imza attı.

Evet, sanırım bu kadar. Biriktikçe girmeye devam edeceğim sanırım. Bizde bu şans olduktan sonra, bu yazı dizisi bitmez.

18 Ocak 2010 Pazartesi

Epic Fail İlişki

Evet arkadaşlar… Çoğu zaman saçma sapan konulara değindiğim Şekerli Yoğurt platformunda bugün son derece trajikomik bir olaylar zincirine değineceğim.

Gün itibariyle 2. haftasını doldurmuş olan bir ilişki içerisindeyim. Fakat bu ilişki ciddi anlamda biraz farklı. Her anlamda çok farklı bir “sevgili” ilişkisi yaşamaktayız. Ama benim değinmek istediğim tam olarak bu konu değil, olayın bir başka boyutu. Biz çıkmaya başlayaldan beri başımızdan eksik olmayan terslikler zincirine değinmek istiyorum bugün.

Epic Fail 1: Mekan Yok
İlk Epic Fail’ımız yaşamakta olduğumuz ilçenin herkes açısından nesnel olan bir sorunu. Kaş’ta düzgün bir cafeyi geçtim, cafe yok. Her yer Kış sebebi ile kapalı. O yüzden sevgilim ile gidebileceğimiz hiçbir mekan bulunmamakta. O yüzden biz de Kaş’ın tek kapalı ve eli yüzü düzgün mekanı olan Nur Pastenesinde takılmaktayız (bunu söylemekten utanç duyuyorum ama yapabileceğim bir şey yok).

Epic Fail 2: Nur Faciası
Evet. İkinci Epic Fail’ımız “Nur Faciası”. Nedir bu Nur Faciası? Sevgilim ile birlikte ilk buluşmamızı (aslında şu ana kadar tüm buluşmalarımızı) Nur Pastanesinde gerçekleştirdik. Her şey düzgün bir şekilde giderken, sevgilimin mal sınıf arkadaşlarının birden mekana damlamaları ve bizim yan tarafımıza oturmaları cidden çok sinir bozucuydu. Aslında direkt olarak mekana girip oturmaları benim için sorun olmazdı ama 3 kez kapıdan içeriye bakıp, dışarda 5 dakika plan yaptıktan sonra mal mal girip yan tarafımıza oturmaları cidden tam bir Epic Fail’dı. Ayrıca onlar girdikten sonra rahatsız olmamız ve mekanı terketmemiz üzerine, “insan bir selam verir” şeklinde arkamızdan bağırmaları da ayrı bir aptallıktı.

Epic Fail 3: Rüzgar!
Yine ilk buluşmamıza tekabül eden gerçekten çok trajik bir durumu Epic Fail listeme eklemek istiyorum. O gün yaklaşık 30 km hızla sert bir rüzgar esmekteydi. Sevgilim ile özel sayılabilecek bir mekana gitmekteydik, fakat mekanın aşırı rüzgarlı olması üzerine üzerinde etek olan sevgilimin tedirgin olması üzerine mekana hiç varamadan geri dönmek zorunda kaldık.

Epic Fail 4: Pipet
Bir başka Nur Pastanesi buluşmamızda sevgilimin kola istemesi üzerine gelişen bir başka aksilik bu. Kola’yı direkt bardakta verdiler. Pipet istediğimizde olmadığını söylediler. Sırf o yüzden kızcağız Kola’yı içmedi.

Epic Fail 5: Külahta Dondurma
Yine bir başka Nur Pastanesi buluşmamız sırasında, yine sevgilimin mal arkadaşlarının mekana gelmesi ve ellerine aldıkları külahta dondurmalar ile yan masaya oturmaları. Cidden çok uyuz oldum o duruma, sırf bize gıcıklık olsun diye oraya geldikleri çok açıktı zira hangi aptal elinde külahta dondurma ile masaya oturur ki? =D Ardından benim de canım çekti ve porsiyon dondurma istedim (h) =D.

Epic Fail 6: Ne bakıyosun?
Bir başka buluşmamızda, yolda yürürken karşıdan bize bakmakta olan kızın yaklaşık 40 saniye gözümün içine bakması üzerine şahsa “Ne bakıyosun” demem ve önüne dönmesi cidden rezaletti. =D Tamam, 10 saniye baktın, 20 saniye baktın, 30 saniye baktın, 40 saniye öküz gibi de bakılmaz ki arkadaş. Bi sktir git ama di mi?

Epic Fail 7: Mekan arayışı #1
Bir gün sevgilim ile gitmeyi düşündüğüm mekanı önceden görmek istedim. Yaklaşık bir hafta önce o mekana gidip, arkadaşlarımla içki içmiştim. Ben yine de işim garanti olsun diye gittim oraya bakmaya. Gördüğüm manzara cidden tam bir hayal kırıklığıydı. Mekanda 3 amele vardı ve yeri kazmaktaydılar…

Epic Fail 8: Mekan arayışı #2
Bu olay dün gerçekleşti. Sevgilim ile Nur Pastanesine gitmekten sıkıldığım için başka bir kafe aramaya çıkmıştı. Köşklü ve nargileli bir mekan vardı sahilde. Oraya gittim acaba açık mı diye… Gördüğüm manzara cidden çok acayipti, mekan kapalıydı ve köşklerde de köpekler yatmaktaydı.

Epic Fail 9: Internet?
Sevgilim yaklaşık 3 hafta önce evine tekrardan internet bağlattı ve işgence gibi mesajlaşmaların yerini MSN’de konuşmak aldı. Fakat talihsizlikler yine başımı bırakmadı. Son 5 yıldır hiçbir internet sorunu yaşamadım, fakat son 2 haftadır internet sürekli gidip geliyor.

Epic Fail 10: Okulu Asmak #1
Geçtiğimiz hafta Salı günü sevgilim okulu asmaya karar verdi benim zorlamalarım sonucunda. O gün buluştuk, yürüyoruz, öğleden sonra sevgilimin dersine girecek olan şahıs bizi gördü ve okulu asma işi de böylece yattı.

Epic Fail 11: Okulu Asmak #2
Salı günü okulu asma girişimi başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Perşembe günü tekrar deneyelim dedik ve sonuç yine hüsrandı çünkü sağnak yağış vardı. İşin ilginc tarafı, biz ayrıldıktan yarım saat sonra güneş açması oldu.

Epic Fail 12: Okulu Asmak #3
Bu tam olarak bugün gerçekleşti. Aslında bugün tam olarak neden okulun asılmadığı pek aşikar değil. Yağmur çok az vardı ama ben sevgilimin gönülsüz olduğuna kanaat getirdiğim için gitmeyelim dedim o da tamam dedi. Öğleden sonra bir ders boşmuş, diğer ders Fizik, tek ders için okul asılmadı.

Epic Fail 13: Vodka?
Son okul asma girişimimizde elimde vodka vardı, vodka içecektik veya sadece ben içecektim. Bir elimde poşette vodka diğer elimde eldiven vardı. Eldiveni giyerken poşet yere düştü ve şişe kırıldı. Gitti güzelim vodka. Yani zaten okulu assa bile vodkasızdık… Evlat acısı gibi koydu o vodka. 3 kat poşete sarılı olan vodka şişesi kırıldı, terslik değil mi, poşetin de her tarafı delinmiş nasıl olduysa, vodka aktı gitti ki o vodkayı 1,5 haftadır dolapta bekletiyordum…

Epic Fail 14: Söylentiler
Sevgilim ile çıkmaya başlayaldan beri hakkımda söylenmeyen laf kalmadı. Sigara ve dumanlı içeceklerin ne olduğunu bilmeyen şahsım için, sigara bağımlısı hatta otçu şeklinde söylentiler çıktı. Bunun dışında psikopat olduğum ve kollarımın jiletli olduğunu iddia edenler bile var. Ayrıca bana Tecavüzcü Coşkun ve Cem Garipoğlu muamelesi yapan şahıslar bile mevcut.

Epic Fail 15: Bozulan bilgisayar!
Geçtiğimiz gün MSN’de yazışmaktayız ve çok önemli bir konu üzerine olağanüstü uzun bir konuşma yapmaktayım. Baya uzun uzun yazdıktan sonra nokta kıvamındaki işin özü anlamına gelen cümleyi de söyledim ve bekliyorum. O da ne, sevgilim çevrimdışı oldu. 5 dakika sonra mesaj geldi, “bilgisayar bozuldu, off açılmıyo”. Hay bilgisayarını skeyim demek geldi içimden, öyle bir sinirlendim ki…

Evet… Sanırım ilişkimdeki Epic Fail’lar şimdilik bu kadar. Eminim ki devamı gelecektir, o yüzden bu yazının da devamı gelebilir.